Araştırma yapmanın kişiyi en çok tatmin eden kısmı herhalde makale yazmaktır. İlk makalem geçen yıl katıldığım bir konferansin makalesiydi, sanırım Journal of Nanoscience and Nanotechnology dergisinin Eylül sayısında basılacak.O bir konferans makalesiydi neticede ama bir yıllık bir çalışmanın ürünüydü. İstediğimiz sonuçlar çıkmadı fakat bizim çıkardığımız dersler oldu o çalışmadan, sonuç olarak ilginç okumaya değer bir makale oldu.
Bir yıldır başka bir alanda çalışıyordum ilk çalışmanın devamı neticede ama daha farklı bir yönünü ele aldık olayın ve çok ilginç sonuçlara ulaştık. Hocalarımın da gaz vermesiyle bu çalışmanın sonuçlarına Pyhsical Review Letters (PRL) dergisine göndereğiz ki basılması halinde bu benim için çok büyük bir başarı olur. Bu dergi fizik makaleleri yayınlayan dergiler arasında en iyisi, bunun bir ismi Nature fakat orada sırf teorik bir çalışmaya yayınlamak neredeyse imkansız. PRL deki bir diğer kısıtlama da makale 4 sayfayı geçemiyor o yüzden her cümle altın kadar değerli.
Dün gece itibariyle kafamdaki fikirleri toparlayıp yazmaya başladım. Zor bir iş. Yeni bir şeyler söylemek zorundasınız ama söylediğiniz şeylerin önceki çalışmalarla tutarlı olduğunu da yapacağınız atıflarla göstermeniz gerekiyor. Bu nedenle çok sağlam bir literatür taraması yapmanız gerekiyor. Son bir kaç haftadır bununla uğraşıyordum tabi makale okudukça da kafanızdaki fikirler olgunlaşıyor ki bu da çok önemli.
İşimin başına dönme vakti geldi yazacak çok şeyim var.
guncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
guncel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Ağustos 2007 Cuma
22 Ağustos 2007 Çarşamba
Her dilde Seni Seviyorum
English - I love you
Afrikaans - Ek het jou lief
Albanian - Te dua
Arabic - Ana behibak (to male)
Arabic - Ana behibek (to female)
Armenian - Yes kez sirumen
Bambara - M'bi fe
Bengali - Ami tomake bhalobashi (pronounced: Amee toe-ma-kee bhalo-bashee)
Belarusian - Ya tabe kahayu
Bisaya - Nahigugma ako kanimo
Bulgarian - Obicham te
Cambodian - Soro lahn nhee ah
Cantonese Chinese - Ngo oiy ney a
Catalan - T'estimo
Cherokee - Tsi ge yu i (Thanks Nancy!)
Cheyenne - Ne mohotatse
Chichewa - Ndimakukonda
Corsican - Ti tengu caru (to male)
Creol - Mi aime jou
Croatian - Volim te
Czech - Miluji te
Danish - Jeg Elsker Dig
Dutch - Ik hou van jou
Elvish - Amin mela lle (from The Lord of The Rings, by J.R.R. Tolkien)
Esperanto - Mi amas vin
Estonian - Ma armastan sind
Ethiopian - Afgreki'
Faroese - Eg elski teg
Farsi - Doset daram
Filipino - Mahal kita
Finnish - Mina rakastan sinua
French - Je t'aime, Je t'adore
Frisian - Ik h?n dy
Gaelic - Ta gra agam ort
Georgian - Mikvarhar
German - Ich liebe dich
Greek - S'agapo
Gujarati - Hoo thunay prem karoo choo
Hiligaynon - Palangga ko ikaw
Hawaiian - Aloha Au Ia`oe
Hebrew (Thanks Lilach)
Hebrew to male: "ani ohev otcha" (said by male) "Ohevet ot'cha" (said by female)
Hebrew to female: "ani ohev otach" (said by male) "ohevet Otach" (said by female)
Hiligaynon - Guina higugma ko ikaw
Hindi - Hum Tumhe Pyar Karte hae
Hmong - Kuv hlub koj
Hopi - Nu' umi unangwa'ta
Hungarian - Szeretlek(Thanks D?
Icelandic - Eg elska tig
Ilonggo - Palangga ko ikaw
Indonesian - Saya cinta padamu
Inuit - Negligevapse
Irish - Taim i' ngra leat
Italian - Ti amo
Japanese - Aishiteru
Kannada - Naanu ninna preetisuttene
Kapampangan - Kaluguran daka
Kiswahili - Nakupenda
Konkani - Tu magel moga cho
Korean - Sarang Heyo
Latin - Te amo
Latvian - Es tevi miilu
Lebanese - Bahibak
Lithuanian - Tave myliu
Luxembourgeois - Ech hun dech g?br>Macedonian - Te Sakam
Malay - Saya cintakan mu / Aku cinta padamu
Malayalam - Njan Ninne Premikunnu
Maltese - Inhobbok
Mandarin Chinese - Wo ai ni
Marathi - Me tula prem karto
Mohawk - Kanbhik
Moroccan - Ana moajaba bik
Nahuatl - Ni mits neki
Navaho - Ayor anosh'ni
Norwegian - Jeg Elsker Deg
Pandacan - Syota na kita!!
Pangasinan - Inaru Taka
Papiamento - Mi ta stimabo
Persian - Doo-set daaram
Pig Latin - Iay ovlay ouyay
Polish - Kocham Ciebie
Portuguese - Eu te amo
Romanian - Te iubesc
Russian - Ya tebya liubliu
Scot Gaelic - Tha gradh agam ort
Serbian - Volim te
Setswana - Ke a go rata
Sign Language - ,,,/ (represents position of fingers when signing'I Love You')
Sindhi - Maa tokhe pyar kendo ahyan
Sioux - Techihhila
Slovak - Lu`bim ta
Slovenian - Ljubim te
Spanish - Te quiero / Te amo
Swahili - Ninapenda wewe
Swedish - Jag alskar dig
Swiss-German - Ich lieb Di
Surinam - Mi lobi joe
Tagalog - Mahal kita
Taiwanese - Wa ga ei li
Tahitian - Ua Here Vau Ia Oe
Tamil - Nan unnai kathalikaraen
Telugu - Nenu ninnu premistunnanu
Thai - Chan rak khun (to male)
Thai - Phom rak khun (to female)
Turkish - Seni Seviyorum
Ukrainian - Ya tebe kahayu
Urdu - mai aap say pyaar karta hoo
Vietnamese - Anh ye^u em (to female)
Afrikaans - Ek het jou lief
Albanian - Te dua
Arabic - Ana behibak (to male)
Arabic - Ana behibek (to female)
Armenian - Yes kez sirumen
Bambara - M'bi fe
Bengali - Ami tomake bhalobashi (pronounced: Amee toe-ma-kee bhalo-bashee)
Belarusian - Ya tabe kahayu
Bisaya - Nahigugma ako kanimo
Bulgarian - Obicham te
Cambodian - Soro lahn nhee ah
Cantonese Chinese - Ngo oiy ney a
Catalan - T'estimo
Cherokee - Tsi ge yu i (Thanks Nancy!)
Cheyenne - Ne mohotatse
Chichewa - Ndimakukonda
Corsican - Ti tengu caru (to male)
Creol - Mi aime jou
Croatian - Volim te
Czech - Miluji te
Danish - Jeg Elsker Dig
Dutch - Ik hou van jou
Elvish - Amin mela lle (from The Lord of The Rings, by J.R.R. Tolkien)
Esperanto - Mi amas vin
Estonian - Ma armastan sind
Ethiopian - Afgreki'
Faroese - Eg elski teg
Farsi - Doset daram
Filipino - Mahal kita
Finnish - Mina rakastan sinua
French - Je t'aime, Je t'adore
Frisian - Ik h?n dy
Gaelic - Ta gra agam ort
Georgian - Mikvarhar
German - Ich liebe dich
Greek - S'agapo
Gujarati - Hoo thunay prem karoo choo
Hiligaynon - Palangga ko ikaw
Hawaiian - Aloha Au Ia`oe
Hebrew (Thanks Lilach)
Hebrew to male: "ani ohev otcha" (said by male) "Ohevet ot'cha" (said by female)
Hebrew to female: "ani ohev otach" (said by male) "ohevet Otach" (said by female)
Hiligaynon - Guina higugma ko ikaw
Hindi - Hum Tumhe Pyar Karte hae
Hmong - Kuv hlub koj
Hopi - Nu' umi unangwa'ta
Hungarian - Szeretlek(Thanks D?
Icelandic - Eg elska tig
Ilonggo - Palangga ko ikaw
Indonesian - Saya cinta padamu
Inuit - Negligevapse
Irish - Taim i' ngra leat
Italian - Ti amo
Japanese - Aishiteru
Kannada - Naanu ninna preetisuttene
Kapampangan - Kaluguran daka
Kiswahili - Nakupenda
Konkani - Tu magel moga cho
Korean - Sarang Heyo
Latin - Te amo
Latvian - Es tevi miilu
Lebanese - Bahibak
Lithuanian - Tave myliu
Luxembourgeois - Ech hun dech g?br>Macedonian - Te Sakam
Malay - Saya cintakan mu / Aku cinta padamu
Malayalam - Njan Ninne Premikunnu
Maltese - Inhobbok
Mandarin Chinese - Wo ai ni
Marathi - Me tula prem karto
Mohawk - Kanbhik
Moroccan - Ana moajaba bik
Nahuatl - Ni mits neki
Navaho - Ayor anosh'ni
Norwegian - Jeg Elsker Deg
Pandacan - Syota na kita!!
Pangasinan - Inaru Taka
Papiamento - Mi ta stimabo
Persian - Doo-set daaram
Pig Latin - Iay ovlay ouyay
Polish - Kocham Ciebie
Portuguese - Eu te amo
Romanian - Te iubesc
Russian - Ya tebya liubliu
Scot Gaelic - Tha gradh agam ort
Serbian - Volim te
Setswana - Ke a go rata
Sign Language - ,,,/ (represents position of fingers when signing'I Love You')
Sindhi - Maa tokhe pyar kendo ahyan
Sioux - Techihhila
Slovak - Lu`bim ta
Slovenian - Ljubim te
Spanish - Te quiero / Te amo
Swahili - Ninapenda wewe
Swedish - Jag alskar dig
Swiss-German - Ich lieb Di
Surinam - Mi lobi joe
Tagalog - Mahal kita
Taiwanese - Wa ga ei li
Tahitian - Ua Here Vau Ia Oe
Tamil - Nan unnai kathalikaraen
Telugu - Nenu ninnu premistunnanu
Thai - Chan rak khun (to male)
Thai - Phom rak khun (to female)
Turkish - Seni Seviyorum
Ukrainian - Ya tebe kahayu
Urdu - mai aap say pyaar karta hoo
Vietnamese - Anh ye^u em (to female)
Bumerang !!!!!!!!!
Hürriyet gazetesinin Bumerang Servisini duymuşsunuzdur. Sitenizi kaydediyorsunuz ardından Hürriyet gazetesinin son dakika haberlerini (hemen üstte görüldüğü gibi) siteye yerleştiriyorsunuz ardından sitenizin adresi hürriyet gazetesinin web sayfasında reklam olarak gösteriliyor böylece daha çok ziyaretçi geliyor sitenize.
Bugün itibariyle bu sayfanın linkleri dönmeye başladı hürriyet de... Hayırlı olsun:=)
Bugün itibariyle bu sayfanın linkleri dönmeye başladı hürriyet de... Hayırlı olsun:=)
21 Ağustos 2007 Salı
Haftabasi
Haftanin ilk gunu...
Hocam sehir disinda. Ilginc bir kural koydu. Her gunun sonunda gun sonu raporu gondermem gerekiyor. Insani daha cok strese sokuyor. Iyi taktik hoca icin...
Besiktasim zor da olsa kazandi mutlu olduk, FB ve GS de kazandi sevinemedik:)
22 temmuzda yazmistik Gul Cumhurbaskani adayi olacak diye bir ay beynimizi sisirdiler yok su aday yok bu aday diye bu kose yazarlarina iyiden iyiye sinir olmaya basladim. Gazeteport yazarlik yarismasi baslatmis katilsam mi diye dusunuyorum. Para da veriyorlarmis ama boyle canin isteyince yazmasi daha mi iyi? Ama daha cok okuyucuya ulasmak daha guzel olurdu, sonucta bu siteye gunde bir kac kisi giriyor o da es dost...
Makale yazmam lazim scientific olanlarindan... Ingilizce tabi o sorun degil de 1 yildir yaptiklarimi 4 sayfaya sigdirmam ve kil editoru nasil ikna edecegimi dusunmek bozuyo beni...
Dun gece ruyamda nukleer bombanin patladigini gordum sabah uyandigimda bugun darbe olacak demisim. Hayirdir insallah. Cok fazla siyaset takip ediyorum galiba ondandir. Insallah boyle bisi olmaz bu ulkeye.
Cok icten bi yazi oldu..
Hocam sehir disinda. Ilginc bir kural koydu. Her gunun sonunda gun sonu raporu gondermem gerekiyor. Insani daha cok strese sokuyor. Iyi taktik hoca icin...
Besiktasim zor da olsa kazandi mutlu olduk, FB ve GS de kazandi sevinemedik:)
22 temmuzda yazmistik Gul Cumhurbaskani adayi olacak diye bir ay beynimizi sisirdiler yok su aday yok bu aday diye bu kose yazarlarina iyiden iyiye sinir olmaya basladim. Gazeteport yazarlik yarismasi baslatmis katilsam mi diye dusunuyorum. Para da veriyorlarmis ama boyle canin isteyince yazmasi daha mi iyi? Ama daha cok okuyucuya ulasmak daha guzel olurdu, sonucta bu siteye gunde bir kac kisi giriyor o da es dost...
Makale yazmam lazim scientific olanlarindan... Ingilizce tabi o sorun degil de 1 yildir yaptiklarimi 4 sayfaya sigdirmam ve kil editoru nasil ikna edecegimi dusunmek bozuyo beni...
Dun gece ruyamda nukleer bombanin patladigini gordum sabah uyandigimda bugun darbe olacak demisim. Hayirdir insallah. Cok fazla siyaset takip ediyorum galiba ondandir. Insallah boyle bisi olmaz bu ulkeye.
Cok icten bi yazi oldu..
11 Ağustos 2007 Cumartesi
Susuzluk
Tarih 21. yy da bir gun. Yer Turkiye Cumhuriyeti'nin baskenti Ankara.
Sular bu sehirde 1 haftadir akmiyor. Caddelerde igrenc bir koku. Neyseki az da olsa bugun geldi sular. Dus almak ne kadar guzel bir seymis! Gokcek sagolsun bizi susuz birakti. Evde 150lt su depolamistik ama bitti. Ankaranin 5 ay yetecek kadar suyu varmis. Tasarrruf yaparsak daha da uzun surermis. Bence herkes suyun kiymetini anlamistir artik. Tasarruf yapmak cok onemli. Butun dunyada kuraklik had safhada. Bu sular bir ay gelmeseydi napardik hic dusundunuz mu? Ben ciddi ciddi Ankara'yi bir sureligine terk etmeyi dusunuyordum. Suyun oldugu bir yere gitmek ironik bir durum.
Neyseki sular tekrar geldi...
Mutluyuz cunku sular akiyor....
Bu cumleyi cocuklarimiz okudugunda ne dusunecekler acaba?
Sular bu sehirde 1 haftadir akmiyor. Caddelerde igrenc bir koku. Neyseki az da olsa bugun geldi sular. Dus almak ne kadar guzel bir seymis! Gokcek sagolsun bizi susuz birakti. Evde 150lt su depolamistik ama bitti. Ankaranin 5 ay yetecek kadar suyu varmis. Tasarrruf yaparsak daha da uzun surermis. Bence herkes suyun kiymetini anlamistir artik. Tasarruf yapmak cok onemli. Butun dunyada kuraklik had safhada. Bu sular bir ay gelmeseydi napardik hic dusundunuz mu? Ben ciddi ciddi Ankara'yi bir sureligine terk etmeyi dusunuyordum. Suyun oldugu bir yere gitmek ironik bir durum.
Neyseki sular tekrar geldi...
Mutluyuz cunku sular akiyor....
Bu cumleyi cocuklarimiz okudugunda ne dusunecekler acaba?
6 Ağustos 2007 Pazartesi
Susuzluk
Susuzluk hepimizi kasip kavuruyor. Ankarada sular 2 gun var 2 gun yok. Turkiye genelinde barajlar bos elektrik uretimi aksiyor. Ciftcinin derdi daha cok . Kuraklik ne kadar kotu bir seymis. Insallah bir daha olmaz bu kadar kuraklik.
26 Temmuz 2007 Perşembe
Bizim Kose Yazarlari
Ilginc tartismalardan biri de secim tahminlerini tutturamayan kose yazarlari. Tarhan Erdem anketi yayinladiginda demedigini birakmayan yazarlar ozur dileme zahmetinde bulunmuyor. Ertugrul Ozkok'de hastaligin teshisini koymus yazisinda.
Bu yaziya cevap ise Fehmi Koru dan geldi:
Ertuğrul Özkök gerçekten ender rastlanabilecek bir zekâ. Başını çektiği medya grubunun son seçimde feci biçimde 'çuvallamasını', zarif bir ayak oyunuyla, tedavisi olağanüstü basit bir teşhise bağladı. Neymiş Türk medyasının sorunu biliyor musunuz: Kendi mahallesinin dışına çıkmamak… Onun konuya böyle yaklaşması, “Neden medya hep çuvallıyor?” sorusuna hakiki cevaplar bulmayı gündemden düşürmeye yaradıdevami.
Genelde yazilarini pek begenmesem de Oray Egin'in bu konuda soylediklerini mantikli ve olumlu buluyorum:
Ertuğrul Özkök bu son seçime damgasını vuran bir kavram kazandırdı: “Bizim mahalle.” Gerek seçimden önce, gerekse de sonuçlar alındıktan sonra özellikle Türk Basını’nın durumunu açıklayan en iyi kavramdı bu. Pek çok köşe yazarı kendi mahallelerinin, kabuklarının dışına çıkmadıkları için Türkiye’yi de aynı şekilde sanıyorlardı. Cihangir’de oturanlar Baskın Oran’ın Meclis’e katkılarını hesaplamaya başlamış, onun seçilememe ihtimali üzerinde bile durmamışlardı. Bazıları Nişantaşı kadınlarının tavırlarına bakarak CHP’nin tek başına iktidara yürüdüğü yanılsamasına kapılmışlardı. Oysa İzmir gibi bir sosyal demokrat kalede bile AKP’nin oyları inanılmaz yükseldi.
devami.
Bu yaziya cevap ise Fehmi Koru dan geldi:
Ertuğrul Özkök gerçekten ender rastlanabilecek bir zekâ. Başını çektiği medya grubunun son seçimde feci biçimde 'çuvallamasını', zarif bir ayak oyunuyla, tedavisi olağanüstü basit bir teşhise bağladı. Neymiş Türk medyasının sorunu biliyor musunuz: Kendi mahallesinin dışına çıkmamak… Onun konuya böyle yaklaşması, “Neden medya hep çuvallıyor?” sorusuna hakiki cevaplar bulmayı gündemden düşürmeye yaradıdevami.
Genelde yazilarini pek begenmesem de Oray Egin'in bu konuda soylediklerini mantikli ve olumlu buluyorum:
Ertuğrul Özkök bu son seçime damgasını vuran bir kavram kazandırdı: “Bizim mahalle.” Gerek seçimden önce, gerekse de sonuçlar alındıktan sonra özellikle Türk Basını’nın durumunu açıklayan en iyi kavramdı bu. Pek çok köşe yazarı kendi mahallelerinin, kabuklarının dışına çıkmadıkları için Türkiye’yi de aynı şekilde sanıyorlardı. Cihangir’de oturanlar Baskın Oran’ın Meclis’e katkılarını hesaplamaya başlamış, onun seçilememe ihtimali üzerinde bile durmamışlardı. Bazıları Nişantaşı kadınlarının tavırlarına bakarak CHP’nin tek başına iktidara yürüdüğü yanılsamasına kapılmışlardı. Oysa İzmir gibi bir sosyal demokrat kalede bile AKP’nin oyları inanılmaz yükseldi.
devami.
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
Seçimlerden sonra merakla beklenen seçim Cumhurbaşkanlığı seçimi. Abdullah Gül bugün basın toplantısı düzenledi. Ne aday olucam dedi nede aday olmayacağım dedi. Herkes bunu tartışıyor bu aralar. Halbuki tartışmaya gerek bile olmayacak kadar açık bir konu. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi Abdullah Gül cumhurbaşkanı adayı. Meydanlar istiyor diye mi aslında evet. Şöyle ki: AKP bu seçimlerde bütün stratejisini cumhurbaşkanlığı seçimleri üstüne kurdu. Halktan Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı için oy istedi. Halkta oy verdi. Şimdi bu noktadan sonra Abdullah Gül geri adım atarsa bu parti halkı kandırmış olmaz mı? Seçmen ben sana oy verdim niye geri adım atıyorsun demez mi?Muhtıraya karşı dik duruşun inandırıcılığı kalır mı? Bir çok önemli kararı kamuoyu yoklamalarından çıkan sonuçlara göre alan bir parti seçimden çıkan bu sonucu görmezden gelemeyecektir.
Tartışmaya gerek bile yok. Bir önceki yazımda 367 sayısının bulunmasının her şartta kolay olduğunu anlatmıştım. Şimdiden hayırlı olsun diyelim Gül'ün cumhurbaşkanlığına.
Tartışmaya gerek bile yok. Bir önceki yazımda 367 sayısının bulunmasının her şartta kolay olduğunu anlatmıştım. Şimdiden hayırlı olsun diyelim Gül'ün cumhurbaşkanlığına.
23 Temmuz 2007 Pazartesi
AKP'nin Cumhurbaşkanı adayı kim olacak?
Tabiki de Abdullah Gül.
Televizyonlardaki yorumları hayretle izliyorum. Bir çok yorumcunun bu kadar bariz bir gerçeği görememeleri beni şaşırtıyor doğrusu.
Seçim sürecini hatırlayalım. AKP Abdullah Gül'ü aday gösterdi ve seçim süreci tamamlanamaması ve Anayasa Mahkemesinin kararı ile seçime gidildi. Nisan ayında yapılan anketlerde AKP'nin oy oranı %30'lar düzeyindeydi. Seçimde alınan sonuç ise %46.6. Burada 'mağduriyet' faktörü çok önemli rol almıştır. AKP bütün seçim kampanyasını bunun üstüne kurmuştur. Son haftaya girildiğinde ekonomik söylemlerini bir miktar arttırmıştır.AKP halka gidip Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçtirmediklerini anlatıp Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı için oy istedi. Halk da verdi.
Şu aşamada AKP'nin Abdullah Gül'ün adaylığından geri adım atması kendiyle çelişmesi olacaktır. Bunun yanında bir nevi halkı aldatmış olacaktır. Uzlaşma amacıyla bile olsa bunu halka anlatmaları çok zor olacaktır. Bunu yapacaklarını zannetmiyorum.
Neden uzlaşma aramayacaktır?
Bir önceki yazımda bahsettiğim hususların AKP yönetimi çok farkındadır. MHP ve DTP'nin yeni bir seçimi göze alamayacaklarını biliyorlar. Bunu kullanmak isteyeceklerdir.
Öte yandan AKP'nin de yeni bir seçimi göze alabileceğini düşünmüyorum. Yeni bir seçim AKP içinde büyük riskler getirir. Birincisi bu seferde uzlaşma arayışına gidilmemesi mağduriyet söylemine halkı inandırmakda ciddi sıkıntı yaşayacaktır. Ayrıca böyle bir belirsizlik bir aylık bir sürede bile güzel giden ekonomik tabloların bir anda tersine dönmesine yetecek bir süreç. Bu şekilde girilecek bir seçimde AKP'nin bu kadar güçlü çıkması çok zor. Ben AKP yönetiminin bununda farkında olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak baktığımızda cumhurbaşkanlığı seçimi aslında çok ilginç bir stratejik oyun olacaktır. Her iki tarafında riskleri vardır. Kazanan en akılcı riskleri alabilen olacaktır.
Benim tahminim Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olacağıdır.
Televizyonlardaki yorumları hayretle izliyorum. Bir çok yorumcunun bu kadar bariz bir gerçeği görememeleri beni şaşırtıyor doğrusu.
Seçim sürecini hatırlayalım. AKP Abdullah Gül'ü aday gösterdi ve seçim süreci tamamlanamaması ve Anayasa Mahkemesinin kararı ile seçime gidildi. Nisan ayında yapılan anketlerde AKP'nin oy oranı %30'lar düzeyindeydi. Seçimde alınan sonuç ise %46.6. Burada 'mağduriyet' faktörü çok önemli rol almıştır. AKP bütün seçim kampanyasını bunun üstüne kurmuştur. Son haftaya girildiğinde ekonomik söylemlerini bir miktar arttırmıştır.AKP halka gidip Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçtirmediklerini anlatıp Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı için oy istedi. Halk da verdi.
Şu aşamada AKP'nin Abdullah Gül'ün adaylığından geri adım atması kendiyle çelişmesi olacaktır. Bunun yanında bir nevi halkı aldatmış olacaktır. Uzlaşma amacıyla bile olsa bunu halka anlatmaları çok zor olacaktır. Bunu yapacaklarını zannetmiyorum.
Neden uzlaşma aramayacaktır?
Bir önceki yazımda bahsettiğim hususların AKP yönetimi çok farkındadır. MHP ve DTP'nin yeni bir seçimi göze alamayacaklarını biliyorlar. Bunu kullanmak isteyeceklerdir.
Öte yandan AKP'nin de yeni bir seçimi göze alabileceğini düşünmüyorum. Yeni bir seçim AKP içinde büyük riskler getirir. Birincisi bu seferde uzlaşma arayışına gidilmemesi mağduriyet söylemine halkı inandırmakda ciddi sıkıntı yaşayacaktır. Ayrıca böyle bir belirsizlik bir aylık bir sürede bile güzel giden ekonomik tabloların bir anda tersine dönmesine yetecek bir süreç. Bu şekilde girilecek bir seçimde AKP'nin bu kadar güçlü çıkması çok zor. Ben AKP yönetiminin bununda farkında olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak baktığımızda cumhurbaşkanlığı seçimi aslında çok ilginç bir stratejik oyun olacaktır. Her iki tarafında riskleri vardır. Kazanan en akılcı riskleri alabilen olacaktır.
Benim tahminim Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olacağıdır.
Seçim Sonuçları
22 Temmuz geldi genel seçimler yapıldı. %80 lik bir katılım oranıyla oyumuzu kullandık. AKP %46.6 lık oy oranı ve 341 milletvekili çıkartarak tek parti iktidarı olarak görevine devam etti. Türkiye'de ilk defa bir iktidar partisi girdiği seçimlerden oyunu arttırarak çıkmayı başardı. Milletvekili sayısı düşmesine rağmen oy oranını arttırması ve meclisteki temsil oranının %85'lere çıkması önceki meclis tablosuna getirilen meşruiyet eleştirilerinin de azalacağını gösterdiği gibi daha sağlıklı bir meclis yapısının da oluştuğu izlenimini veriyor.
Nedenler tabiki var her sonucun nedenleri vardır ama bugunkü yazımızın konusu bu değil. Aslında ortada çok ciddi stratejik hatalar var yazılması gereken, özellikle muhalefet partilerinin aleyhlerine işleyecek polemikleri başlatması gibi.
Bugunkü konumuz aslında hemen tartışılmaya başlanan cumhurbaşkanlığı seçimi ve muhtemel Baykal istifası.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri meclis gündeminin ilk konularından birisi. Muhtemelen meclis başkanlığı seçimlerinin ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri meclis gündemine gelecek.
Anayasa Mahkemesinin kararı sonrası hepimizin malumu ilk iki turda 367 milletvekilin meclisde bulunması gerekiyor. Aksi taktirde seçimler yenilenecek.Meclise baktığımızda cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül olsa bile bu oylamaya katılması kesin görünen AKP milletvekilleri ve Sivas bağımsız MV. Muhsin Yazıcıoğlu. Yazımızın esas konusu da stratejik olarak diğer partilerin olası hareketleri tartışmak.
Aslında esas problem diğer partilerin hareketi değilde diğer 190 milletvekilinden kaçının bu toplantıya katılmayacağı. Öncelikle MHP'nin seçim kampayalarına baktığımızda cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP nin CHP'nin geçen seferki sert tutumunu göstereceğini düşünmüyorum. Mecliste 20 nin üstünde milletvekili ile temsil edilecek DTP ise bu konuda bir şey söylemiş değil. Elimizde bu datalar varken AKP'nin CHP ile uzlaşmaya gitmeyeceğini ve Abdullah Gül'ün adaylığında ısrar edeceğini varsayarak biraz spekülasyon yapalım.
1- DTP açısından bakarsak: DTP seçime bağımsız adaylarla girdi ve bu konuda ciddi sıkıntılar yaşadı, bunların en başında ise birleşik oy pusulaları vardı. Oyların koordinasyonu en büyük problemdi ve bu milletvekili sayılarını etkiledi. Öte yandan AKP'nin seçimde güneydoğu anadolu bölgesinde oylarını beklenmeyen şekilde arttırması ise seçimlerin tekrar edilmesini göze almalarını zora sokacaktır. İşin maddi boyutunu da düşünürsek bunu göze alabileceklerini düşünmüyorum. Bir diğer nokta da AKP'nin oylarını arttırmasında halka cumhurbaşkanlığı seçiminde mağdur olduklarını çok başarılı bir şekilde anlatmasına neden oldu. İkinci bir mağduriyet durumu ise onların zararına olacağını görmeleri gerekir ve göreceklerdir.
2- MHP açısından bakarsak: Yapılan stratejik hataları bir kenera bırakırsak terörün seçim sürecinde artmasını oya çevirdikleri bir gerçek. Seçim kampanyalarının en önemli iki konusu da terör ve yükselen ABD ve AB karşıtlığıdır. Gerçekçi olmak gerekirse kitlelere hitap etmediklerini gören bir parti MHP. Kitlelere hitap etmenin de belkide tek yönü ekonomik vaatlerdir. Buna daha sonra değineceğiz. Burada bakmamız gereken en önemli husus DP'nin başına gelenlerdir. DP'nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde takındığı tavrın bu seçimlerde yaşadığı hezimetin tek nedeni olduğunu söyleyebiliriz. MHP'nin de oy aldığı seçmen tabanının DP'ninkine yakın olmasını göz önüne alırsak yeni bir seçim istemeyeceklerini düşünebiliriz istemeyeceklerdir de aksine böyle bir durumda barajı geçmeleri bile sürpriz olur. Bu nedenlerle MHP nin cumhurbaşkanlığı seçimine aday kim olursa olsun katılacağını düşünüyorum.
3- İşin bir de maddi boyutu var. Milletvekili seçilmek pahalı bir iş. En az 100 bin ytl para harcamanız gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda ise bu meclisde yeni bir seçimi göze alabilecek 185 tane milletvekili bulmanın çok zor olduğunu düşünüyorum.
Yazıma AKP'nin cumhurbaşkanı adayının da Abdullah Gül olacağını öngörerek yazımı tamamlıyorum. Bu öngörümü bir sonraki yazımda açıklayacağım.
Nedenler tabiki var her sonucun nedenleri vardır ama bugunkü yazımızın konusu bu değil. Aslında ortada çok ciddi stratejik hatalar var yazılması gereken, özellikle muhalefet partilerinin aleyhlerine işleyecek polemikleri başlatması gibi.
Bugunkü konumuz aslında hemen tartışılmaya başlanan cumhurbaşkanlığı seçimi ve muhtemel Baykal istifası.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri meclis gündeminin ilk konularından birisi. Muhtemelen meclis başkanlığı seçimlerinin ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri meclis gündemine gelecek.
Anayasa Mahkemesinin kararı sonrası hepimizin malumu ilk iki turda 367 milletvekilin meclisde bulunması gerekiyor. Aksi taktirde seçimler yenilenecek.Meclise baktığımızda cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül olsa bile bu oylamaya katılması kesin görünen AKP milletvekilleri ve Sivas bağımsız MV. Muhsin Yazıcıoğlu. Yazımızın esas konusu da stratejik olarak diğer partilerin olası hareketleri tartışmak.
Aslında esas problem diğer partilerin hareketi değilde diğer 190 milletvekilinden kaçının bu toplantıya katılmayacağı. Öncelikle MHP'nin seçim kampayalarına baktığımızda cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP nin CHP'nin geçen seferki sert tutumunu göstereceğini düşünmüyorum. Mecliste 20 nin üstünde milletvekili ile temsil edilecek DTP ise bu konuda bir şey söylemiş değil. Elimizde bu datalar varken AKP'nin CHP ile uzlaşmaya gitmeyeceğini ve Abdullah Gül'ün adaylığında ısrar edeceğini varsayarak biraz spekülasyon yapalım.
1- DTP açısından bakarsak: DTP seçime bağımsız adaylarla girdi ve bu konuda ciddi sıkıntılar yaşadı, bunların en başında ise birleşik oy pusulaları vardı. Oyların koordinasyonu en büyük problemdi ve bu milletvekili sayılarını etkiledi. Öte yandan AKP'nin seçimde güneydoğu anadolu bölgesinde oylarını beklenmeyen şekilde arttırması ise seçimlerin tekrar edilmesini göze almalarını zora sokacaktır. İşin maddi boyutunu da düşünürsek bunu göze alabileceklerini düşünmüyorum. Bir diğer nokta da AKP'nin oylarını arttırmasında halka cumhurbaşkanlığı seçiminde mağdur olduklarını çok başarılı bir şekilde anlatmasına neden oldu. İkinci bir mağduriyet durumu ise onların zararına olacağını görmeleri gerekir ve göreceklerdir.
2- MHP açısından bakarsak: Yapılan stratejik hataları bir kenera bırakırsak terörün seçim sürecinde artmasını oya çevirdikleri bir gerçek. Seçim kampanyalarının en önemli iki konusu da terör ve yükselen ABD ve AB karşıtlığıdır. Gerçekçi olmak gerekirse kitlelere hitap etmediklerini gören bir parti MHP. Kitlelere hitap etmenin de belkide tek yönü ekonomik vaatlerdir. Buna daha sonra değineceğiz. Burada bakmamız gereken en önemli husus DP'nin başına gelenlerdir. DP'nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde takındığı tavrın bu seçimlerde yaşadığı hezimetin tek nedeni olduğunu söyleyebiliriz. MHP'nin de oy aldığı seçmen tabanının DP'ninkine yakın olmasını göz önüne alırsak yeni bir seçim istemeyeceklerini düşünebiliriz istemeyeceklerdir de aksine böyle bir durumda barajı geçmeleri bile sürpriz olur. Bu nedenlerle MHP nin cumhurbaşkanlığı seçimine aday kim olursa olsun katılacağını düşünüyorum.
3- İşin bir de maddi boyutu var. Milletvekili seçilmek pahalı bir iş. En az 100 bin ytl para harcamanız gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda ise bu meclisde yeni bir seçimi göze alabilecek 185 tane milletvekili bulmanın çok zor olduğunu düşünüyorum.
Yazıma AKP'nin cumhurbaşkanı adayının da Abdullah Gül olacağını öngörerek yazımı tamamlıyorum. Bu öngörümü bir sonraki yazımda açıklayacağım.
21 Temmuz 2007 Cumartesi
Secimlere Bir Gun Kala
Secimlere saatler kaldi. Yarin aksam saat 9 gibi hersey belli olacak. Iktidar kim muhalefet kim belli olacak. Insallah ulkemiz icin hayirli olur. Benim beklentim tek parti iktidari. Koalisyonlarin bu ulkeye faydasini pek gormedik. Zaten suan tek parti iktidari haricinde diger secenek CHP-MHP koalisyonu. Bu iki zit partinin de birbirleriyle anlasabilmeleri cok zor gozukuyor. Suana kadar ki kamuoyu yoklamalarina bakarsak AKP %40'in ustunde oy alacak gorunuyor. Bu durumda uc partili bir meclisde AKP tek basina iktidari yakalayabilecektir, fakat dorduncu bir partinin baraji gecmesi durumunda ise tek parti iktidari yerine bir kac partili koalisyonlar ulkenin yonetiminde soz sahibi olacaktir.
Insallah ulkemiz icin hayirlisi olur.
Insallah ulkemiz icin hayirlisi olur.
15 Mayıs 2007 Salı
ÖTEKİ VE DİĞERİ
Türk Dil Kurumu sözlüğünde öteki sözcüğünün anlamı şöyle:
1 . Bilinenden, sözü edilenden ayrı, öbür, diğer:
"Bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış!"- M. Ş. Esendal.
2 . Sözü edilen veya benzer iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan.
diğeri sözcüğünün anlamı ise:
Ötekisi, başkası.
Yazımızın anafikri bu iki 'eşanlamlı' sözcüklerin arasındaki fark. Bu fark aslında tamamen psikolojik ve subjektif bir fark ama bu subjektifliğin konunun temeliyle ilgisi yok.
'Terbiyesiz Muhtar' başlıklı yazımda bahsettiğim olaydan sonra bu yazıyı yazmaya başlayıncaya kadar gün boyu düşündüm. Acaba hatalı mı davrandım tepkimi abarttım mı diye ama hayır tepkim etkiyle aynı orandaydı. Yapılan telkine karşı çıkmam beni bir anda 'öteki' yapmıştı yani önem ve konum bakımından uzakta idim 'diğeri' yani farklı düşünen 'diğer bir vatandaş' değildim artık. Beni onun gözünde bu kadar çabuk 'öteki' yapan neydi? Halbuki beni hiç tanımıyordu fikirlerimi uğraşlarımı zevklerimi bilmiyordu benim hakkımda ismim dahil hiç bir şey bilmiyordu. Ama tek bir cümlem onun için 'öteki' olmama yetmişti.
İnsanlar hep birbirlerinden farklı olmuştur. Ortak noktalar vardır elbette ama her insan farklı güler farklı ağlar farklı sevinir farklı düşünür, bunlar bir toplumun zenginliğidir. İnsanlar birlikte yaşar, 'diğeri' ile aynı hayatı paylaşır, aynı bakkaldan alış veriş yapar aynı binada oturur yaşaması için hep 'diğerlerine' muhtaçtır. Bu muhtaçlık insanları bir arada tutar ve birlikte yaşarız. Ama ne zamanki bir toplumda 'diğer'leri 'öteki'ler olmaya başlar o zaman o toplum için çok tehlikeli bir süreç başlamıştır.
Yıllar boyunca Anadolu'da biri diğeri için hep diğeri idi 70'li yıllarda 'sağcı' 'solcu için 'öteki' oldu 'solcu' da 'sağcı' için. 80'lerde ise aynı durum 'Türk' ve 'Kürt' için oldu.
Neden?
Bu yazımızda buna değinmeyeceğiz.
'Öteki' olmak ne demek esas konumuz bu.
Bizden farklı olan bizim için 'öteki' olmaya başladığında bizden uzaklaşıyor, aramızdaki farklılıklar bizi daha çok rahatsız etmeye başlıyor. Bizim gibi düşünmüyor bizim gibi yaşamıyorsa onu anlamaya çalışmamaya başlıyoruz hatta bir süre sonra ondan nefret etmeye başlıyoruz toplum kamplara ayrılıyor, birbirinden nefret eden kamplar oluşuyor toplumda. Bir süre sonra ise birbirinden nefret eden bu kamplar birlikte yaşamakta zorlanıyor.
Sözlüğe bakarsak bu iki kelimenin eşanlamlı olduğunu görürüz yani aslında ötekileştirdiğimiz insanlar bizim için ötekileşmeden önce de vardı ve biz onlara diğeri diyorduk ve birlikte kardeşçe yaşıyorduk. Toplumdaki bu ayrışma da bu iki sözcüğün anlamlarında yaptığımız ayrışma kadar yalan aslında.
Sözlükte ne yazarsa yazsın sözcükler aslında bizim beynimizde onlara verdiğimiz anlamlarla vücut buluyorlar. Bu ayrışma da aslında bizim beynimizin bize oynadığı bir oyun. Gerçek olan şu ki hiç kimse diğeri için 'öteki' değil.
1 . Bilinenden, sözü edilenden ayrı, öbür, diğer:
"Bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış!"- M. Ş. Esendal.
2 . Sözü edilen veya benzer iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan.
diğeri sözcüğünün anlamı ise:
Ötekisi, başkası.
Yazımızın anafikri bu iki 'eşanlamlı' sözcüklerin arasındaki fark. Bu fark aslında tamamen psikolojik ve subjektif bir fark ama bu subjektifliğin konunun temeliyle ilgisi yok.
'Terbiyesiz Muhtar' başlıklı yazımda bahsettiğim olaydan sonra bu yazıyı yazmaya başlayıncaya kadar gün boyu düşündüm. Acaba hatalı mı davrandım tepkimi abarttım mı diye ama hayır tepkim etkiyle aynı orandaydı. Yapılan telkine karşı çıkmam beni bir anda 'öteki' yapmıştı yani önem ve konum bakımından uzakta idim 'diğeri' yani farklı düşünen 'diğer bir vatandaş' değildim artık. Beni onun gözünde bu kadar çabuk 'öteki' yapan neydi? Halbuki beni hiç tanımıyordu fikirlerimi uğraşlarımı zevklerimi bilmiyordu benim hakkımda ismim dahil hiç bir şey bilmiyordu. Ama tek bir cümlem onun için 'öteki' olmama yetmişti.
İnsanlar hep birbirlerinden farklı olmuştur. Ortak noktalar vardır elbette ama her insan farklı güler farklı ağlar farklı sevinir farklı düşünür, bunlar bir toplumun zenginliğidir. İnsanlar birlikte yaşar, 'diğeri' ile aynı hayatı paylaşır, aynı bakkaldan alış veriş yapar aynı binada oturur yaşaması için hep 'diğerlerine' muhtaçtır. Bu muhtaçlık insanları bir arada tutar ve birlikte yaşarız. Ama ne zamanki bir toplumda 'diğer'leri 'öteki'ler olmaya başlar o zaman o toplum için çok tehlikeli bir süreç başlamıştır.
Yıllar boyunca Anadolu'da biri diğeri için hep diğeri idi 70'li yıllarda 'sağcı' 'solcu için 'öteki' oldu 'solcu' da 'sağcı' için. 80'lerde ise aynı durum 'Türk' ve 'Kürt' için oldu.
Neden?
Bu yazımızda buna değinmeyeceğiz.
'Öteki' olmak ne demek esas konumuz bu.
Bizden farklı olan bizim için 'öteki' olmaya başladığında bizden uzaklaşıyor, aramızdaki farklılıklar bizi daha çok rahatsız etmeye başlıyor. Bizim gibi düşünmüyor bizim gibi yaşamıyorsa onu anlamaya çalışmamaya başlıyoruz hatta bir süre sonra ondan nefret etmeye başlıyoruz toplum kamplara ayrılıyor, birbirinden nefret eden kamplar oluşuyor toplumda. Bir süre sonra ise birbirinden nefret eden bu kamplar birlikte yaşamakta zorlanıyor.
Sözlüğe bakarsak bu iki kelimenin eşanlamlı olduğunu görürüz yani aslında ötekileştirdiğimiz insanlar bizim için ötekileşmeden önce de vardı ve biz onlara diğeri diyorduk ve birlikte kardeşçe yaşıyorduk. Toplumdaki bu ayrışma da bu iki sözcüğün anlamlarında yaptığımız ayrışma kadar yalan aslında.
Sözlükte ne yazarsa yazsın sözcükler aslında bizim beynimizde onlara verdiğimiz anlamlarla vücut buluyorlar. Bu ayrışma da aslında bizim beynimizin bize oynadığı bir oyun. Gerçek olan şu ki hiç kimse diğeri için 'öteki' değil.
Terbiyesiz Muhtar
Bugun Ankara Dikmen Sokullu M. Pasa Mahallesi muhtarligina isim dustu, gittigimde gordugum manzara bir hayli ilginc idi. Muhtar kendi makaminda isi oldugu icin oraya gelen bir vatandasimiza siyasi telkinlerde bulunuyordu. Ilk once duyduklarima inanamadim. Daha dikkatli dinleyince ise durumun ne kadar vahim oldugunu anladim. Muhtar Hanim gelen vatandasa vatanini seviyorsa cocuklarinin gelecegini dusunuyorsa AKP'ye oy vermemesini hatta AKP'ye oy verirse hakkini helal etmeyecegini soyluyordu. Gayet kibarca bu makami kullanarak insanlari etkilemeye yonelik siyasi telkinlerde bulunamayacagini soyledigimde ise Muhtar Hanim bu noktada hanimefendiligi bir kenara birakarak bana bagirmaya basladi ve beni oradan kovmak istedi. Muhtar'a gore vatani satiyormusum vatan hainiymisim. Benim siyasi gorusumu bilmemesine ragmen yaptigi hareketin yanlis oldugunu soyleyen herkes onun icin vatan haini idi sanirim.
Umudum odur ki sahip olduklari makami boyle kendi dusuncelerine alet etmeyi aliskanlik haline getirmis insanlar bu ulkede cok fazla sayida degiller.
Umudum odur ki sahip olduklari makami boyle kendi dusuncelerine alet etmeyi aliskanlik haline getirmis insanlar bu ulkede cok fazla sayida degiller.
2 Mayıs 2007 Çarşamba
REJİMİN TOPUĞU
Bütün Türkiye Anayasa Mahkemenın verdiği kararı konuşuyor. Yüksek Mahkeme'nin oy çokluğu ile aldığı karar sonra Türkiye yep yeni bir döneme girdi. Kısa vadede günü kurtarmış olsada Türkiye önümüzdeki günlerde bambaşka problemlerle karşılaşacaktır.
Karar doğrudur yanlıştır ayrı bir tartışma konusudur, ne var ki kesindir beğenirsiniz yada beğenmezsiniz durum budur ve değişmeyecektir.
Yüksek Mahkeme Ana Muhalefet Partisi'nin savlarını haklı bularak çok farklı bir durum ortaya koymuştur. TBMM de 550-366=184 Milletvekiline sahip bir partinin istemediği bir aday yürürlükte olan yasa/içtihadlara göre seçilemeyecektir. 184 Milletvekili ile meclis kilitlenebilecek bu durumda 550 Milletvekilini etkileyecek seçim sureci 184 Milletvekilinin kararı ile başlatılabilecektir. Bu demokrasi kavramının doğası ile çelişen bir durumdur. Yazara göre halk nezdinde de kabul görmeyecek bir durumdur.
Bu ironik durumu engellemek için yapılabilecek iki şey vardır. Bunlardan ilki gerekli anayasa değişikliğini yaparak Cumhurbaşkanlığı seçimini düzenlemek ki şuan ki durumda türlü nedenlerle bu imkansızdır.Diğer seçenek ise gerekli Anayasa değişikliğini yaparak Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesini sağlamaktır. Nitekim iktidar partisi de yaptığı açıklamalarla bu konuda referandumu bile göze alacaklarını açıkladılar.
İktidar partisinin atabileceği en mantıklı adım budur. Kaldı ki kısa ve orta vadede kendisini en karlı çıkartacak adım budur.
Bu noktada ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Yazarın tahmini, eğer Cumhurbaşkanlığı seçimi için referandum yapılsa (bu Anayasa değişikliği referanduma gerek kalmadan da ANAP'ın desteği ile yapılabilir ) halkın ezici bir çoğunlukla buna evet diyeceği yönündedir. Kamuoyu yoklamalarına baktığımızda ise AKP hala birinci partidir yapılacak erken seçimde ise tek başına iktidar olması ihtimal dahilindedir. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda Abdullah Gül'ün karşısına sağ seçmenin de oyunu alabilecek güçlü bir aday çıkmadığı takdirde yine Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması kuvvetle muhtemeldir. Yazar CHP liderinin kendisi dışında bir adayı Cumhurbaşkanlığı için destekleyeceğine inanmıyor, aday olması halinde de CHP liderinin Cumhurbaşkanı seçilebileceğini düşünmemektedir.
Bu tahminlerin ışığında yazar aşağıdaki spekülasyonları yapabilir:
Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler'in ardından ülkenin en önemli iki makamında AKP'li liderler bulunacak. Şuanki durumdan farklı olarak halk oyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı'nın Çankaya'daki duruşu daha farklı olacak.
Çağlayan ve Tandoğan Mitinglerinde toplanan insanların temel motivasyonu Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarının ikisinde birden AKP li birini görmek istememeleri idi. Ne varki geldiğimiz noktada geleceğe baktığımızda bir kaç ay sonrasında bu durumun gerçekleşeceğini tahmin edebiliriz. Böyle bir durum ise mitinglere katılanlar açısından hiç de istenebilecek bir durum değildir.
Bu noktaya nasıl geldik?
Bu herkesin kendine sorması gereken bir sorudur. Bir kaç aydır yaşadığımız süreçte hemen hemen her şey kameraların ve mikrofonların önünde yaşandı. Bu sürecin seyrinde üç önemli etken rol almıştır.Bunlardan ilki iktidarın ketum tutumudur. İktidarın adayını son ana kadar açıklamaması sayesinde adayın şahsı ile ilgi tartışmalar olmamıştır bunun yerine olası adaylar üstünden bir tartışma yürütülmüştür, bu strateji sayesinde iktidar CHP liderini Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığına değil de herhangi bir AKP'linin Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıkmaya zorlamıştır. İktidar partisi için partinin kurumsal kimliğini savunmak adayını savunmaktan daha kolay olmuştur çünkü aslında muhalefet tarafından ortaya atılan suçlamalar esasında bir şahsa yöneltilebilecek suçlamalardır.
Diğer etken ise CHP liderinin tarzıdır. Deniz Baykal bu süreçte uzlaşma çağrısı yaparken uzlaşabilecek bir tablo çizmemiştir. Bunun yanında ortaya herhangi bir isim de koymamıştır. Yukarıdaki satırlarda belirttiğim gibi AKP tabanının hayır diyemeyeceği bir isim ortaya konabilseydi AKP'nin işi çok daha zor olurdu. Örneğin Abdullah Gül'ün adaylığı açıklanmadan önce kabinedeki askerlere en yakın isim olan Vecdi Gönül'ün ismi ortaya konabilirdi. Böyle bir durum da CHP lideri için ise kötülerin en iyisi olurdu.
Diğer önemli etken ise e-muhtıradır. Yazarın muhtıranın perde arkasında olabileceklerle ilgili spekülasyonlarını başka bir yazısında bulabilirsiniz. Burada sonuçları inceleyeceğiz.
Muhtıra siyaset gündeminde beklenilen en son şeydi. Gerginlikler herkesin malumuydu ama Türk demokrasisin bunu kendi metodlarıyla aşacağına yönelik yaygın bir inanç vardı. Nitekim Çağlayan'da toplanan insanlar da -sonuçları kendi istekleri doğrultusunda olsa da- 'ne şeriat ne darbe' diyerek muhtıraya karşı olduklarını ortaya koymuşlardır. Geçmişte verilen muhtıralar iktidar partilerinde ciddi oy kayıplarına neden olmuşlarsa da hükümetin muhtıra karşısındaki dik duruşu geçmiş hükümetlerde görülmemişti. Bu bağlamda muhtıranın önümüzdeki seçimlerde sağ seçmenin hükümete desteğini arttıracağını öngörebiliriz. Öte yandan muhtıra Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerginliği arttırmıştır ve Yüksek Mahkeme'nin kararındaki etkisi herkesin malumudur.
Sonuç olarak rejimi değiştirmekle suçlanan hükümet yaşadığımız süreçte adım adım rejimi değiştirmeye zorlanmıştır. Cumhurbaşkanın halk oyuyla seçilmesi şuanki rejimin değişmesi demektir ve ortaya bambaşka bir tablo çıkartacaktır. Bu tablonun toplumda AKP'ye karşı olan kesim açısından hiç de iç açıcı olmadığı söylenebilir. Amiyane bir tabirle yaşadığımız süreçte 'rejim' kendisini topuğundan vurmuştur.
Dündar Yılmaz
Karar doğrudur yanlıştır ayrı bir tartışma konusudur, ne var ki kesindir beğenirsiniz yada beğenmezsiniz durum budur ve değişmeyecektir.
Yüksek Mahkeme Ana Muhalefet Partisi'nin savlarını haklı bularak çok farklı bir durum ortaya koymuştur. TBMM de 550-366=184 Milletvekiline sahip bir partinin istemediği bir aday yürürlükte olan yasa/içtihadlara göre seçilemeyecektir. 184 Milletvekili ile meclis kilitlenebilecek bu durumda 550 Milletvekilini etkileyecek seçim sureci 184 Milletvekilinin kararı ile başlatılabilecektir. Bu demokrasi kavramının doğası ile çelişen bir durumdur. Yazara göre halk nezdinde de kabul görmeyecek bir durumdur.
Bu ironik durumu engellemek için yapılabilecek iki şey vardır. Bunlardan ilki gerekli anayasa değişikliğini yaparak Cumhurbaşkanlığı seçimini düzenlemek ki şuan ki durumda türlü nedenlerle bu imkansızdır.Diğer seçenek ise gerekli Anayasa değişikliğini yaparak Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesini sağlamaktır. Nitekim iktidar partisi de yaptığı açıklamalarla bu konuda referandumu bile göze alacaklarını açıkladılar.
İktidar partisinin atabileceği en mantıklı adım budur. Kaldı ki kısa ve orta vadede kendisini en karlı çıkartacak adım budur.
Bu noktada ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Yazarın tahmini, eğer Cumhurbaşkanlığı seçimi için referandum yapılsa (bu Anayasa değişikliği referanduma gerek kalmadan da ANAP'ın desteği ile yapılabilir ) halkın ezici bir çoğunlukla buna evet diyeceği yönündedir. Kamuoyu yoklamalarına baktığımızda ise AKP hala birinci partidir yapılacak erken seçimde ise tek başına iktidar olması ihtimal dahilindedir. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda Abdullah Gül'ün karşısına sağ seçmenin de oyunu alabilecek güçlü bir aday çıkmadığı takdirde yine Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması kuvvetle muhtemeldir. Yazar CHP liderinin kendisi dışında bir adayı Cumhurbaşkanlığı için destekleyeceğine inanmıyor, aday olması halinde de CHP liderinin Cumhurbaşkanı seçilebileceğini düşünmemektedir.
Bu tahminlerin ışığında yazar aşağıdaki spekülasyonları yapabilir:
Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler'in ardından ülkenin en önemli iki makamında AKP'li liderler bulunacak. Şuanki durumdan farklı olarak halk oyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı'nın Çankaya'daki duruşu daha farklı olacak.
Çağlayan ve Tandoğan Mitinglerinde toplanan insanların temel motivasyonu Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarının ikisinde birden AKP li birini görmek istememeleri idi. Ne varki geldiğimiz noktada geleceğe baktığımızda bir kaç ay sonrasında bu durumun gerçekleşeceğini tahmin edebiliriz. Böyle bir durum ise mitinglere katılanlar açısından hiç de istenebilecek bir durum değildir.
Bu noktaya nasıl geldik?
Bu herkesin kendine sorması gereken bir sorudur. Bir kaç aydır yaşadığımız süreçte hemen hemen her şey kameraların ve mikrofonların önünde yaşandı. Bu sürecin seyrinde üç önemli etken rol almıştır.Bunlardan ilki iktidarın ketum tutumudur. İktidarın adayını son ana kadar açıklamaması sayesinde adayın şahsı ile ilgi tartışmalar olmamıştır bunun yerine olası adaylar üstünden bir tartışma yürütülmüştür, bu strateji sayesinde iktidar CHP liderini Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığına değil de herhangi bir AKP'linin Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıkmaya zorlamıştır. İktidar partisi için partinin kurumsal kimliğini savunmak adayını savunmaktan daha kolay olmuştur çünkü aslında muhalefet tarafından ortaya atılan suçlamalar esasında bir şahsa yöneltilebilecek suçlamalardır.
Diğer etken ise CHP liderinin tarzıdır. Deniz Baykal bu süreçte uzlaşma çağrısı yaparken uzlaşabilecek bir tablo çizmemiştir. Bunun yanında ortaya herhangi bir isim de koymamıştır. Yukarıdaki satırlarda belirttiğim gibi AKP tabanının hayır diyemeyeceği bir isim ortaya konabilseydi AKP'nin işi çok daha zor olurdu. Örneğin Abdullah Gül'ün adaylığı açıklanmadan önce kabinedeki askerlere en yakın isim olan Vecdi Gönül'ün ismi ortaya konabilirdi. Böyle bir durum da CHP lideri için ise kötülerin en iyisi olurdu.
Diğer önemli etken ise e-muhtıradır. Yazarın muhtıranın perde arkasında olabileceklerle ilgili spekülasyonlarını başka bir yazısında bulabilirsiniz. Burada sonuçları inceleyeceğiz.
Muhtıra siyaset gündeminde beklenilen en son şeydi. Gerginlikler herkesin malumuydu ama Türk demokrasisin bunu kendi metodlarıyla aşacağına yönelik yaygın bir inanç vardı. Nitekim Çağlayan'da toplanan insanlar da -sonuçları kendi istekleri doğrultusunda olsa da- 'ne şeriat ne darbe' diyerek muhtıraya karşı olduklarını ortaya koymuşlardır. Geçmişte verilen muhtıralar iktidar partilerinde ciddi oy kayıplarına neden olmuşlarsa da hükümetin muhtıra karşısındaki dik duruşu geçmiş hükümetlerde görülmemişti. Bu bağlamda muhtıranın önümüzdeki seçimlerde sağ seçmenin hükümete desteğini arttıracağını öngörebiliriz. Öte yandan muhtıra Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerginliği arttırmıştır ve Yüksek Mahkeme'nin kararındaki etkisi herkesin malumudur.
Sonuç olarak rejimi değiştirmekle suçlanan hükümet yaşadığımız süreçte adım adım rejimi değiştirmeye zorlanmıştır. Cumhurbaşkanın halk oyuyla seçilmesi şuanki rejimin değişmesi demektir ve ortaya bambaşka bir tablo çıkartacaktır. Bu tablonun toplumda AKP'ye karşı olan kesim açısından hiç de iç açıcı olmadığı söylenebilir. Amiyane bir tabirle yaşadığımız süreçte 'rejim' kendisini topuğundan vurmuştur.
Dündar Yılmaz
30 Nisan 2007 Pazartesi
Sezer bir projeydi! [AKSIYON DERGISI]
Sezer bir projeydi!
İcraatlarıyla gündemden düşmeyen, AK Parti iktidarıyla iyice ‘şahinleşen’ Sezer’in ve Sezer’li yılların farklı bir serencamını ele aldık. Peki, onun Köşk için aday gösterilmesi sürpriz miydi?
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu sırada, daha sonraları AK Parti’de önemli makamlara gelecek bir arkadaşını yemeğe davet eder. Türkiye’deki yapısal sorunların ve siyasetin konuşulduğu yemeğin sonunda Sezer, “Bu ülke tam demokrasiye zor geçer. Özgürlüklerin önündeki engeller zor kaldırılır.” der ve söylediklerini gerekçelendirmek için konuğunu elinden tutarak pencereye doğru götürür. Anayasa Mahkemesi’nin en üst katından dört bir yanı görülen Çankaya Köşkü’nü işaret eder: “Bak, cumhurbaşkanı şurada çalışıyor, etrafındaki şu binalar da askerlerin... Görüyor musun askerler Cumhurbaşkanlığı’nı çepeçevre kuşatmış durumda. Sistem çağdaş demokrasiye nasıl ulaşacak?”
Zaman Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal’ın aktardığı diyalog, Sezer’in henüz gündemimize girmediği ‘hâkimlik’ yıllarına rastlıyor. 24 Nisan 1999’da Anayasa Mahkemesi’nin 37. kuruluş yıldönümü’nde yaptığı konuşma, özgürlük ve hukuk devleti manifestosu niteliğindeydi. Bir yıl sonra bu sefer cumhurbaşkanı adayı sıfatıyla cumhurbaşkanlığı yetkilerinin daraltılması gerektiğini vurgulayıp 82 Anayasası’nı eleştirince ve Yüksek Askerî Şûra kararlarının yargı denetimine tabi tutulmasını önerince artık onu bütün Türkiye tanımaya başladı.
“Sezer konusunda dikkatli olalım diye siz uyarmışsınız galiba.” dediğimde, telefondan gelen kahkaha sesi sözümü kesiyor: “O ben değildim. Keşke öyle olsaydı, ben tam tersine, seçilmesi için elimden geleni yaptım.” Bülent Ecevit, Fazilet Partisi lideri Recai Kutan’a cumhurbaşkanı adayını açıkladığında odadaki 6 kişiden biridir Prof. Mehmet Bekaroğlu. Önce orada, sonra grup toplantısında Sezer’in adaylığı değerlendirilecek, Bekaroğlu, Vecdi Gönül, Bülent Arınç ve diğer 35 kişi oylarını Sezer’e vereceklerini deklare ederken, sadece Şeref Malkoç, aslında onun demokrat olmadığını iddia edecek ve taraftar toplayacaktır. Sami Selçuk’un ismi geçtiğinde, ‘yargıçlar demokrasisi’ öngördüğü ifade edilerek, en demokrat adayın Sezer olduğu tekrar vurgulanır. Bekaroğlu’nun gayreti bununla sınırlı kalmaz. Sezer’in o meşhur konuşmasını İslamî düşünce dergisi Umran’da yayımlatır, 550 adet çoğaltarak bütün milletvekillerine dağıtır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başkanlığına özgürlükçü bir kişinin gelecek olması herkes gibi onu da heyecanlandırmaktadır.
Görevinin birinci yılında kırmızı ışıkta duran, market alışverişinde görülen halkçı ve demokrat Sezer, tıpkı sözleri gibi hatıralarda kaldı. Bize onun hakkında bilgi aktaracak Cumhurbaşkanlığı muhabirliği de… “Cumhurun başı niye cumhurun içinde değil” sorusu bile demode artık. Eleştirdiği cumhurbaşkanlığı yetkilerini sonuna kadar kullanmış, 12 Mart Muhtırası’nın cuntacı sivili İlhan Selçuk Köşk’ün gediklisi, ‘ben yokum aslında içindeki asker olmasa’ şarkıları söyleyen Kanaltürk tek muteber medya kanalı olmuştu. Bu soldan hizaya gelmişlik hâli, AK Parti hükümetiyle birlikte başlayan resepsiyon yasaklarının, yüzlerce vetonun, soğuk geçen Ankara günlerinin, yurtiçinde ve dışında süregelen vizyonsuzluğun son noktasıydı. Özgürlükçü Sezer gitmiş, gün görmemiş laiklik tanımları, sosyal siyasal teorileriyle dağa taşa yasak koymayı öneren bir kişi gelmişti. Anayasa’yı anlatmak yerine fırlatmayı, konuşmak yerine küsmeyi tercih etmişti bir kere. Her zaman çıkarlarını maksimize etmeye çalışan siyasetçilere(!) ders vermiş, gönüllü muhalefet liderliğine soyunmuş, tasarruf yapmış, “Sezer beni telefonla aradı.” diyen birkaç gazeteci esnafı kendini şanslı addetmişti.
İnsanlar değişebilir, dönüşebilir, dönüşmüş gibi gözükebilir, aslında hiç dönüşmemiş de olabilir. Elbette Sezer’in 180 derecelik dönüşü, bu tartışmalar dâhilinde. Sezer hiç röportaj vermedi, özenle hazırlanmış yazılı metinler çerçevesini asla aşmadı, “Bize samimi açıklamalarda bulundu.” muhtevalı bir haber de beklenmiyor artık. Dosyaya başlarken elimizde şu soru vardı: Özgürlükçü, demokrat biri nasıl oldu da totaliter düşünceleri seslendiren bir kişiye dönüştü? İktidar insanları dönüştürürdü tamam, devlet gerçeği kafaya dank ederdi o da tamam, fakat Cumhurbaşkanı Sezer’in bambaşka bir hikâyesi vardı belki de. Asıl soru, Sezer gerçekten demokrat mıydı? Yoksa demokrat görüntüsü, daha sonra onu Köşk’e çıkaracak projenin bir parçası mıydı?
Sezer, devlet başkanı sıfatıyla gündemimize girse de siyasî bir geçmişi yoktu ve onun politik görüşlerine aşina değildik. Dünyaya nereden ve nasıl baktığı, hangi siyasi kanaatlere yakın olduğu, devlet yönetimi ile ilgili ideolojik yaklaşımları vs… Başlangıçta hedefimiz bütün konuşmaları üzerinden bir Sezer portresi çıkartmaktı. O ‘muhteşem’ iki konuşmayla diğer yüzlerce konuşma arasında bir bağ aramaktı belki de. Ancak, Köşk öncesi ve sonrası bütün metinler gözden geçirildiğinde kendisini Çankaya’ya çıkaran manifesto ile diğer metinler arasında bir bağ bulunmadığı gibi, onların toplamından ahenkli bir dünya görüşü de çıkmıyordu ortaya.
Hakkında çok şey bilinmeyen bir kişi Sezer. Bir dönem beraber çalıştığı mesai arkadaşları bile onun hakkında iki üç cümleden fazlasını sarf etmiyor. Görevini düzgün yapmaya özen gösteren, ‘sosyal’ etkinliklere katılmayan, kurum içi faaliyetlerde gevşemeyen biridir o. Hâkim Bey, onun muhtemelen uzun yargı yıllarında genç stajyerden kıdemli hâkimlere kadar herkese yönelttiği bir nezaket hitabı. Yargıtay 2. Daire üyesiyken daha çok boşanma gibi aile hukuku davalarına bakmaktadır. Yargıtay yıllarında yanında stajyerlik yapan bir avukat onun için, “Dikkatli bir hukukçu olarak biliyorduk. Çok konuşmazdı, haftalık müzakereler esnasında şakalaşmalara, muhabbetlere hiç iştirak etmezdi. Bize hitap ederken Hâkim Bey derdi. Bu iz bıraktı bizde.” diyor. 2 ay birlikte çalıştıkları Sezer’in ‘ideoloji’ çağrıştıran herhangi konuşmasını hatırlamıyor.
Hukuk fakültesi yıllarından bir hocasını aradığımızda onun hakkında anlatacak çok bir hatırası olmadığını söylüyor. Sezer cumhurbaşkanı olduğunda mikrofon uzatılan hocalarının görüşleri de ‘sessiz sakin’le sınırlı. ‘Köşk’teki Hâkim’ kitabından öğrendiğimize göre lisede de, üniversitede de şamatanın ortasında ‘tamam arkadaşlar çok vakit geçirdik, biraz da ders çalışalım’ diyen biridir kendisi. “Bizlerin siyasi yanı ağır basarken o hep ders çalışırdı.” diyor Hasan Fehmi Güneş. Öğrenci olaylarının içinde onu göremesek bile cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilk yanına aldığı Kemal Nehrozoğlu ve hâlâ en yakın arkadaşı olan Hasan Fehmi Güneş aktivisttir, meydanlarda görülmüşlerdir. Ama dikkat çeken bir nokta Sezer’in, Metin Toker’in çıkarttığı, 27 Mayıs’ın en büyük destekçilerinden Akis dergisinin müdavimi olmasıdır.
10. Cumhurbaşkanı Sezer, Selanik’e bağlı Serez kasabasından 1924 Mübadelesi ile Afyon’a, Rumlardan boşaltılan mahalleye yerleştirilen bir aileye mensup. Baba Mehmet Sezer uzun yıllar Afyon’da başöğretmenlik yapar. Süleyman Demirel gibi Afyon Lisesi’nden mezun olur Sezer. En başarılı dersleri askerlik, felsefe, kimya, beden olurken, Türkçe-kompozisyon ve müzik zayıftır. Eşi Semra Hanım’la üniversite yıllarında tanışıp evlenir. Sezer’in kendi ve eşinin ailesiyle sıcak ilişkileri olmadığı biliniyor. İlk görev yerleri Diyarbakır-Dicle, Yozgat-Yerköy. 4-5 yıllık taşra görevinden sonra bir süre Yargıtay Tetkik Hâkimi olarak çalışır. 1983’te Yargıtay üyeliğine, 1988’de Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilir. Yekta Güngör Özden ve Vural Savaş’la yıldızları barışmaz, 28 Şubat sürecinde askerî brifinglere katılmaz.
Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yılında piyasaya çıkan “Köşk’teki Hâkim” Sezer hakkında yazılmış tek eser. Kitabın yazarı Abdullah Muradoğlu, o günkü verilerle demokrat bir Sezer portresinin çıktığını; ama bugün tekrar yazmış olsa bambaşka bir portre çıkacağını söylüyor. Bu anlamda kendisi için bir yanılma söz konusu olsa bile ‘umut işkencesi olmasın’ gibi rezervler koyma ihtiyacı hissediyor. Ayrıca büyük bir hayal kırıklığı olmadığını söylüyor Ahmet Necdet Sezer için; “Özellikle başörtüsü konusunda tutumu biliniyordu, çoğu sorun da oradan çıktı.”
FİKİRLERİ KADAR KİŞİLİĞİ DE ETKİLİ
Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu yıllarda da tasarruf yapar. A4 kâğıtlarının arkasının kullanılması konusunda ısrarcıdır. Her yıl ne kadar tasarruf yaptığını tıpkı cumhurbaşkanlığı yıllarında olduğu gibi ilân eder. Anayasa Mahkemesi’nde uzunca bir dönem onunla çalışan bir hukukçu, Sezer’in en bariz özelliğinin eğer hoşlanmadığı bir şey söz konusu ise bunu sözleriyle değil tavrıyla belli etmesi olduğunu söylüyor. Sözgelimi bir sebeple kızmışsa randevu vermiyor ya da kendi imzasını bekleyen konularda aceleci davranmamakla o kişiyi cezalandırıyor. Ve çok çabuk küsüyor. Bütün bu özellikleri cumhurbaşkanlığı sırasında da devam eder.
Dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın DEHAP’ın seçime girmesine mâni olunmasına dair Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı müracaata ret oyu vermesini demokratlık olarak yorumlayanlar, bu tavrının Vural Savaş’a karşı duyduğu kişisel hislerle alakası olabileceğini bilmiyorlardı. Devlet protokolünde 2. sırada yer alan TBMM Başkanı Bülent Arınç’la görevi boyunca sadece ‘iki’ defa görüşmesi sadece Münevver Hanım’ın başörtüsüyle izah edilemeyeceği gibi. Ali Babacan’ı fırçalaması kendisine yönelik yapıldığını düşündüğü hiçbir olayı unutmadığının göstergesi aynı zamanda.
Cumhurbaşkanı Sezer’in eylemlerini sahip olduğu ideoloji kadar belki de daha çok kişiliği, ilişkileri ve kızgınlıkları belirliyor. Sözgelimi Sezer, Kemal Gürüz YÖK başkanıyken uygar ülkelerdeki üniversite yönetimlerini örnek göstererek YÖK’ü, üniversitede demokrasiye engel teşkil ettiği gerekçesiyle eleştiriyor. Bir süre sonra, Sezer’in Anayasa Mahkemesi yıllarından ahbabı ve meslektaşı Prof. Erdoğan Teziç’in YÖK başkanı olmasıyla birlikte ne böyle bir eleştiri kalıyor ortada ne de YÖK’e karşı bir tutum… Tıpkı, cumhurbaşkanlığının geniş yetkilerine, YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında kalmasına, Anayasa Mahkemesi üyelerinin cumhurbaşkanınca atanmasına karşı olmadığının anlaşılması gibi.
Mahkeme yıllarında beraber çalıştığı kişiler Sezer’in aslında iyi bir hatip olduğunu söylüyor. Bir eski mesai arkadaşına göre Sezer’in cumhurbaşkanlığı sürecinde neredeyse irticalen hiç konuşmamasının tek bir açıklaması olabilir: Hata yapmaktan korkmak. Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz’ün giderayak sarf ettiği, ‘en büyük dezavantajı politikaya yabancı olmasıdır’ sözü doğrudur bu yüzden. Memleketi Afyon’da gerçekleşen depreme ‘her şey bittikten’ sonra intikal etmesinin, vardığında ise arabadan çıkmamasının, dinî bayramlarda siyasi mesajlar vermeyi ihmal etmez iken gündemi günlerce meşgul eden olaylar karşısında sessizliğe bürünmesinin en insaflı izahı bu olabilir herhalde.
7 yıl boyunca 66 yasayı veto eden, 1806 atamayı geri çeviren Sezer’le AK Parti hükümetinin iletişimi neredeyse protokollerden ibaret. Sadece arşivdeki fotoğraflara dayanarak, Sezer’i Yargı yılı, TBMM, üniversite açışları, Ecevit’in cenazesi gibi protokol muhiti dışında hükümet üyeleriyle yan yana görmek neredeyse imkânsız. Ayrıca hükümetin Sezer’le gayr-i resmi aracılara dayanan bir ilişkisi olmadı. 2B yasasında olduğu gibi Sezer’e akıl hocalığı yaptığı bilinen bazı kişilere yönelik bakan seviyesinde bilgilendirme çabaları da sınırlı. Hükümet üyeleriyle herhangi bir konserde, sosyal etkinlikte gözükmez, Semra Sezer’le Emine Erdoğan’ın Olgunlaşma Enstitüsü’nden giyinmeleri ise istisnadan ibarettir. Sezer’in Köşk’te de devlet dairesi mesaisine uyması, mesai bitiminde işi bırakması bürokratik alışkanlığın devamı niteliğinde.
Uzun yıllar Sezer’in benimsediği ‘tarafsızlık’ ilkesi, “MÜSİAD’a gitmemek için TÜSİAD’a, Fatih Üniversitesi’nden muhtemel bir daveti engellemek için Bilgi Üniversitesi’ne ayak basmamak” şeklinde cereyan ediyor. Cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında sürdürdüğü bu tuhaf tarafsızlık ilkesini, marjinalliği herkesçe malum Kanaltürk’ün kuruluş yıldönümü gecesinde 4 saat kalarak bozmasını İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek, “Elbette kendi tercihidir ama bence isabetli bir karar değildi.” şeklinde yorumluyor. Hem destekliyor, hem çekince koyuyor: “Cumhurbaşkanlığından önce yaptığı konuşmalarda uluslararası hukuku, ulusal devlet ve egemenliğin üstünde gören görüşleri savunduğu için eleştirmiştik. Petrol yasasını veto etmesinde olduğu gibi bağımsızlığı koruyan uygulamalarıyla milletimizin güvenini kazandı. Bununla birlikte Kemal Alemdaroğlu’nun rektörlükten alınmasına onay vermesini bu tutumuyla bağdaşır görmüyoruz.” Alemdaroğlu olayından sonra Perinçek’in Sezer tanımı “Bilderbergçilerin adamı” şeklinde.
Sezer’in son bir yıldaki konuşmaları din, özgürlükler, laiklik, sermaye ve kamusal alanla ilgili bir hayli totaliter görüşler taşıdığını gösterdi bize. Son Meclis açılışında yaptığı konuşmasından hareketle, Sezer’in nasıl bir felsefeye yaslandığını Prof. Dr. Atilla Yayla şöyle değerlendiriyor: “Konuşmasında dayandığı felsefe, kurucu rasyonalist, pozitivist ve bilimist (bilim dışı bir bilim anlayışını fetişleştiren) bir felsefe. Bu felsefe özü itibariyle 19. yüzyıla aittir ve 20. yüzyıldaki ürünü totaliter sistemlerdir. Türkiye’de 1930-40’lı yıllara hükmeden bu felsefe, bugün uygarlığa ve çağdaş bir demokrasiye temel oluşturmak bir yana, ona en büyük zararı verecek bir anlayıştır.” CHP’li Ali Topuz aynı konuşma için ‘muhteşem’ demişti.
Recep Tayyip Erdoğan’ı daha belediye başkanıyken tanımak isteyen, randevu alıp görüşen ve bunu Türk siyasi hayatına damgasını vuran bütün liderler için yapan ünlü tarihçimiz Prof. Kemal Karpat, Cumhurbaşkanı Sezer’le niye görüşmek istemediğini şöyle açıklıyor: “Sezer’i tanımadım, tanımak da istemedim. Beni çekmedi doğrusu. Bürokrat görüşlü, dar hukukî çerçeve içinde kalan bir adam.” Bu arada, İlhan Selçuk’un bahşettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. adamı vasfını hatırlayan yok.
DİN VE VİCDAN BAHSİ
Sezer, kamuoyuna yansıyan ilk konuşmasını 1998’de Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşunun 36. yılında vazeder. Burada bolca temel hak ve özgürlüklerden söz ederken iki yerde din ve vicdan hürriyetine vurgu yapar. Temel hak ve özgürlükler din ve vicdan hürriyetini kapsadığı halde ayrıca vurgu yapma ihtiyacı hisseder. Cumhurbaşkanlığından bir yıl önceki son konuşması zaten bir hukuk devleti ve özgürlük manifestosudur. 16 defa temel hak ve özgürlükten söz eder, daha başka konuşmalarında rastlamayacağımız bir biçimde beş kez ‘iç dünya’ kavramını kullanır. Devlet birey için var olmalıdır, korunması gereken de bireyin temel hak ve özgürlükleridir. Öyle bir özgürlük vurgusu vardır ki, her kesim gibi muhafazakârların da büyük sempatisini kazanır. Öyle ki cumhurbaşkanlığından önceki son konuşması, görevinin ilk yılındaki tavırları bu sempatiyi besleyecek, Sezer’in laik kimliği bile tartışmaya açılacaktır. İrticacı, 2. Cumhuriyetçi yakıştırmaları yapılırken, Emin Çölaşan Cumhurbaşkanı’na Ahmet Bey demekle yetinecekti.
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte ilk teşekkür konuşmasında ve 2,5 saat süren ilk Meclis açılışında din ve vicdan özgürlüğüne vurgu yapıyor. Cumhurbaşkanlığı boyunca yapacağı yüzlerce konuşmaya bakıldığında bunların son vurgular olduğu anlaşılıyor. Temel hak ve özgürlüklerin ‘olmazsa olmaz’ parçası din ve vicdan özgürlüğü, Sezer’in görevinin ilerleyen yıllarında ‘olmasa da olur’ şeklinde bir seyir izliyor. Tıpkı üçüncü yılında Hacı Bektaş’ta yaptığı konuşmada olduğu gibi: “Temel hak ve özgürlükler, din ve mezhep ayrımı yaratma ya da bu kavram ve görüşlere dayalı bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamaz…” Elbette doğru, ancak Sezer, söz konusu kavramı çoktandır temel haklar bağlamından koparıp güvenlik konseptine dâhil etmiştir bile. Aslında ne demek istediği görevinin son yılında yapacağı konuşmalarda daha iyi anlaşılır. AK Parti hükümetiyle birlikte Çankaya’daki tek kişilik resepsiyon davetleri rutine binmiş, NATO gibi uluslararası toplantılarda Başbakan’ı eşsiz görmek sıradanlaşmıştır. 2006’nın son aylarında yaptığı son Meclis açılış konuşmasında şöyle hitap eder: “Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak, toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; bireyin inanç ve ibadet yaşamına, kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla sınırlamalar konulabilir...” Bu konuşmasında 29 kez ‘din’ kelimesini kullanır ama bunların hiçbirinde temel haklar vurgusunu yapmaz.
Cumhurbaşkanı’nın ramazan ayında kürsüde su içmesi çok tartışıldı; Sezer Oruç tutmuyor, tutana da saygı duymuyor denildi, çoklukla da bu durum görmezlikten gelindi. Sezer’in Anayasa Mahkemesi döneminde olduğu gibi halen oruç tuttuğu aldığımız bilgiler arasında. Hatta Köşk personeline iftar verdiği, bayram namazlarını hiç kaçırmadığı, ara sıra cuma namazlarına iştirak ettiği de… Samimiyetle savunduğu anlaşılan kendi laiklik anlayışı, en çok Sezer’i hapsetmişti; kendi din ve vicdan hürriyetine sahip çıkmadığı gibi, kendisine reva gördüğü rolü Türk toplumu için de makbul görmesi, halkın ne isteyeceğini halktan daha iyi bilenlerin ekolü jakobenizmle açıklanabilirdi ancak.
DİN DEVLETLE AYRILIR; ALEVİLİK HARİÇ…
‘Kamusal alan’ dâhilinde zinhar dinî sembollerden uzak duran Sezer’in bazı dinî mevzulara da büsbütün kayıtsız kaldığı söylenemez. Alevi Bektaşi kültürüyle yakından ilgilendiği biliniyor. Cem Vakfı Başkanı Prof. İzzettin Doğan bir ziyaretinde Sezer’in kendi kitaplarını ‘kelimesi kelimesine’ okuduğunu öğrenir. Elbette bu ilgide, Doğan’ın devlet hukuku hocası olmasının rolü vardır. İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Tarih Bölümü Başkanı Prof. Salim Cöhce, Sezer’in Alevileri desteklediğini ve maddî yardımda bulunduğunu söylüyor. Sezer’in Hacı Bektaş Şenliklerine özel bir önem verdiği biliniyor. Anayasa Mahkemesi üyesi ve başkanıyken bütün parti kapatma davalarına olumlu rey verirken bir tek Alevi partisininin kapatılmaması yönünde oy kullanır.
Ankara’daki siyasi gözlemciler eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın Köşk’ü mesken tutmasına ve Sezer’le yakınlığına dikkat çekiyor. Bu durum Batı Çalışma Grubu çalışmalarını Köşk’te de mi devam ettiriyor yorumlarına sebep oluyor. Sezer’in emekli askerlerin sözlerine fazlasıyla kulak kabartması, geçmiş dönemde eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le aralarında soğuk rüzgârların esmesinin başlıca nedenlerinden biri sayılıyor. Geçtiğimiz aylarda patlak veren, hükümetin atamak istediği genel müdür adayı hakkında apartman kapıcısından bilgi alma işinin, Emniyet ve MİT aracılığıyla değil bizzat Köşk’te görevli kişilerce yapıldığını söylüyor duyumları kuvvetli bir kişi. Eğer bu gerçekse, Kenan Evren’den bu yana ilk defa Köşk’te ‘alternatif’ bir istihbaratın işlediğinden söz edilebilirdi. Bilindiği gibi Köşk’te Evren döneminde damadı Erkan Gürvit’in başında olduğu istihbarat Turgut Özal’la birlikte kaldırılmıştı.
Sezer’in cumhurbaşkanlığı icraatlarını salt kendisi üzerinden açıklamak mümkün değil. ‘İş danışmanlar üzerinden yürüyordu’ diyen pek çok kişi var.
CUMHURBAŞKANI OLACAĞI BİR YIL ÖNCE BELLİYDİ!
Sezer’in Anayasa Mahkemesi başkanıyken yaptığı iki konuşmada sergilediği özgürlükçü söylemin ne yargıç Sezer’de ne de Cumhurbaşkanı Sezer’de bir yansıması söz konusu. Anayasa Mahkemesi’ndeyken verdiği oylar, düştüğü şerhler Sezer’in hiç de demokrat biri olmadığını gösteriyor. Sezer’in hayatında karşılığı, izdüşümü ve anlamı olmayan bir konuşma onu cumhurbaşkanlığına taşıyor. Prof. Mustafa Erdoğan ve birkaç kişinin ‘demokrat değil’ uyarılarına rağmen.
Mayıs 2000’de, Demirel’in 5 artı 5 formülünün tutmadığı, Mesut Yılmaz’ın ümitlerinin bittiği bir anda gündeme gelen sürpriz bir isimdi Sezer. Telefonlar edildi, parti grupları toplandı, hiçbir konuda anlaşamayan 5 parti lideri ortak adaylarının Sezer olduğunu açıkladı. Koalisyon ortağı Mesut Yılmaz’ın en yakınındaki isimlerden Eyüp Aşık, bazı liderlerin Sezer’in kişiliği üzerine tartıştığını anımsıyor. Sonrası malum, fireler oldu ama politikanın sağından 4 partinin (DYP, ANAP, FP, BBP), vekillerinin yarısının ‘sağcı’ olmasından şüphelenilen DSP’nin desteğiyle Sezer cumhurbaşkanı seçildi. Üç partili hükümetten nasıl bir cumhurbaşkanı çıkar derken Cumhuriyet tarihinin en sorunsuz seçimi yapıldı. Onu seçen 5 parti 2 yıl sonra yapılan seçimlerde barajı geçemedi.
Proje konusuna gelirsek; bazı siyasi gözlemcilere göre Sezer’in ismi son anda gündeme gelmedi. Yani yeri ve zamanı geldiğinde uygulanmak üzere hazırlanan bir projeye göre seçildi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en şanslı aday, adı en son çıkan değil midir? Hasan Celal Güzel böyle bir projenin olabileceğini düşünenlerden: “28 Şubat’ta mağdur olmuş çevreler, Sezer’i demokrat bir kişi olarak sunarak kandırıldı. Sami Selçuk oranın adayıydı. Selçuk’un o yıl yaptığı konuşma sol tarafından çok sıcak karşılanmadı. Gerçek bir demokrat yerine onun söyleminden yararlanarak konuşan sosyal demokrasinin jakoben geleneğine yaslanan bir ismi öne çıkardılar. Gerçekten planlı olabilir. Yani hepimiz kandırıldık, aldatıldık. Bu da CHP’nin işine geldi.”
Gazeteci Tamer Korkmaz, cumhurbaşkanlığı ile birlikte değişen tavrını anlamaya çalıştığında Sezer’in Çankaya’ya çıkış senaryosunun önceden yazılmış olduğunu düşünmeye başlamış. “Demirel, Nisan 2000’deki beş artı beş oylamasında Çankaya’ya devam etme şansını yitirmişti. Statükonun, egemenlerin böyle bir sonuca hazırlıklı olduğunu Sezer’in kolaylıkla gerçekleşen seçilme sürecinden anlıyoruz. Demirel elenince Ecevit’in aklına öyle birdenbire Sezer falan gelmedi. Bak ne güzel konuşmalar yapmıştı filan, bunlarla konuyu izah etmek sadece yüzeysellik değil aynı zamanda saflık olur.” Korkmaz, Demirel’le Sezer’in farklı portrelerine rağmen aslında aynı duruşa sahip olduğu görüşünde: “Demirel, Çankaya’ya uzun dönem hüküm sürmüş siyasi bir lider olarak gelen, Sezer ise siyaset dışından gelen bir cumhurbaşkanı olarak bu bağlamda farklılık arz ediyor olsa da statükoya bağlılık ve Türkiye’deki Gizli İktidar’ın bir parçası olma bakımlarından temelde aynıdır. Hal böyle iken o zaman devlette hâkim olan güç cumhurbaşkanını belirleme noktasında tercihi başkalarının veya örneğin siyaset kurumunun yapmasına müsaade etmeyecekti.”
Tamer Korkmaz’a göre, o dönemdeki Meclis aritmetiğine bakıldığında, MHP’li bir isim, ya da Meclis içinden bir başka kişi mutabakatla Çankaya için seçilebilirdi. “Bu yola hiç girilmemiş olması yeterince dikkat çekicidir. Demirel elenir elenmez çok kısa bir sürede Sezer’in ismi ortaya atıldı ve seçilmesi sağlandı. Hükümetin muktedir olmadığının bir göstergesiydi bu durum. Demirel’e geçit vermeyen bir Meclis’e (tabii kamuoyuna) ‘Özgürlükçü Sezer’ yanılsaması yaptırıldı ve seçtirildi.” Korkmaz, Sezer’in Çankaya’daki ilk bir, bir buçuk yılında “özgürlükçü ve hakşinas” bir konumda gösterilmesini, halk adamı denilerek sempatik gösterilmesini senaryoya dâhil ediyor: “Sezer’in gerçek fikirleri ve çizgisi AKP’nin hükümete gelmesi ile birlikte ortaya çıktı.”
Ankara merkezli yayın yapan Kanal A’nın Yayın Yönetmeni Alper Tan’a göre Turgut Özal ve Adnan Menderes kendilerine tahsis edilen alandan çıktıkları için cezalandırıldı. “Cumhurbaşkanlığına gelecek insanın kişiliği nasıl olursa olsun statükoyu korumak onun en önemli görevi olmuştur. Sayın Sezer’in cumhurbaşkanlığı makamına getirilmesi bana göre bir projenin uygulanmasından ibaret. Sezer en az bir, bir buçuk yıl önceden ‘belirlenmiş’ ve ‘hazırlanmış’ bir adaydır. Son derece demokratik açılımlar ihtiva eden yargı yılı açış konuşmaları bu projenin ilk uygulama aşamalarından ibaret.”
Alper Tan’a göre, solun en ucu ile sağın en ucunu temsil eden iki gazetenin Sezer’in aleyhine yayın yapmasıyla sempati daha da pekiştirilir. “Birileri” bu parti başkanlarını Sezer konusunda ikna etmiştir. “Bu liderler, yönlendirilerek aldatıldıklarını Sezer’in icraata başlamasından sonra anlayabilmişlerdir.” DSP’nin etkili bir ismiyle yakın çalışma içinde olan bir siyasi danışman, Sezer’e karşı sempati oluşturmak maksadıyla, radikal çıkışları ile bilinen bir gazeteye aleyhte haber yaptırmak maksadıyla, para verdiklerini söyler yakın çevresine.
Sezer’in seçilmesi için elinden geleni yapan Mehmet Bekaroğlu, Sezer’in seçilmesinden kısa bir süre sonra insan hakları ile ilgili yaptığı 2-3 görüşmesinde yasakçı Sezer’le tanışacak, çıkışta da ağzından, “büyük gol yedik” sözleri dökülecektir. Bugünlerde yazmakta olduğu kitabında Sezer bir proje miydi sorusunu o da soruyor. Son tahlilde Sezer’in iyi bir CHP’li olduğunu düşünüyor bugün.
Prof. Mümtaz’er Türköne, konuyu daha çok siyasetin kendi içindeki dinamikleriyle açıklamaktan yana. Ona göre Ecevit koalisyonu devam ettirmek istiyordu ve Sezer ismini bu nedenle ortaya attı. “Ayrıca Sami Selçuk’un özgürlükçü konuşmalarının yargıçlarda özgürlükçü retoriği çok moda yapmıştı, Sezer de bu modaya uymuştu” Türköne’ye göre proje değil, öngörü olabilir.
Fehmi Koru, Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı için adının geçtiğini iki ay öncesinden haber veren ilk kişi. Kendisine ‘nasıl bildiniz’ sorusu yöneltildiğinde, bunu iyi bir gazetecilik için gereken “çevre, arşiv, ilişkiler” gibi unsurlarla izah ediyor. En azından son anda akla gelen parlak bir fikir olmayabileceğini gösteriyor Koru’nun iki ay öncesinden yazmış olması. Sezer’in adaylığını ilk kez Yavuz Donat duyurur kamuoyuna. Ona da Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in söylemiş olması tesadüf değildir. Sezer’i seçtirmek isteyen lobiyle yakın teması vardır çünkü.
Seçimden sonra Ali Bulaç, Fehmi Koru, Mehmet Altan, Soli Özel gibi isimlerin katıldığı bir programda Sezer ne getirir-götürür tartışması yapılıyor. “Mr. Smith Washington’da filmine atıf yapılır, saf taşralının her türlü ayak oyununu alt üst etmesine benzetilir Sezer’in cumhurbaşkanlığı. Katılımcılar arasında “Çok büyük beklentiye girmeye gerek yok diyen” tek kişi ise Gaffar Yakın. Yani, Sezer’i Ecevit’e önerdiği söylenen DSP eski Afyon Milletvekili. Yakın’a o dönemi sorduğumuzda, konuşmak istemediğini, en doğru adresin Hüsamettin Özkan olabileceğini söylüyor. Öyle ya! Sezer’in adaylığını liderlere ilk duyuran Sezer’in anayasayı fırlattığı kişidir Özkan.
Belki birileri, bir gün her şeyi anlatır.
SEZER ‘GÖNENÇLİ’ GÜNLER DİLER
Sezer’in cumhurbaşkanı olduktan sonra sıklıklı kullanmaya özen gösterdiği öztürkçe kelimelere daha önceki iki konuşmasında rastlanmıyor. En sevdiği ve yaygın literatüre soktuğu ‘gönenç’i ise, ilk defa KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı ziyareti esnasında, Cumhurbaşkanı kimliğiyle yaptığı 11. konuşmasında dile getiriyor. Daha önceki konuşmalarında ‘laik’ kavramındaki a’da şapka var, Çankaya’ya çıktıktan sonra bu şapka düşüyor. Artık yeni ‘imla’ kuralları yürürlüğe giriyor.
Eğer cankaya.gov.tr’ye bakılırsa Cumhurbaşkanı Sezer’in zannedilenden çok fazla ve uzun konuştuğu görülebilir. Bu dosyayı hazırlarken pek çoğunu okuduğumuz için en sıkı metinlerin TBMM’de ve Harp Okulu açılışlarındakiler olduğunu söyleyebiliriz. Dünya Felsefe Kongresi açılış konuşması gibi bazı özel konuşmalar da bu ikiliye dâhil edilebilir. Üniversite açılış konuşmaları ise derin mesajlar içermiyor. Hatta bazı konuşmalarda paragrafların yeri değişiyor, cümleler uzuyor, kısalıyor o kadar. Bütün konuşmaları kuru, didaktik ve teknik; heyecandan ve jestten mahrum. Konuk edilen ya da konuk olunan bir devlet başkanıysa, mutlaka söz konusu ülkeyle nasıl tarihsel ilişkimizin olduğuna temas ediliyor.
Taha Kıvanç’ın 2000’de TBMM açılış konuşmasından sonra yazdığı kulisten öğreniyoruz ki, Sezer bazı önemli konuşmaları büyük ölçüde kendisi yazıyor. Hukuki bir mevzuda danışmalarına havale ettiği bir konuşma metnini beğenmeyince oturup sabaha kadar çalışarak kendi metnini hazırlamış. Kıvanç o ışıkların o vakitten sonra hep açık kaldığını naklediyor, mizahi bir dille.
Rutin konuşmalarında siyasi mesajlar vermeyi ihmal etmiyor. Başkanlık sisteminin konuşulduğu Kasım 2005’te Atatürk’ü anma toplantısında yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanıyor: “Yüce Atatürk, çok değerli ve güçlü bir kimse olsa bile, vatan savunmasında bir kişiye bağlılığın doğru olmadığı düşüncesiyle başkanlık sistemine sıcak bakmamıştır.” Aynı konuşmada “Uygar devletler arasında yer almasını istediği Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmaya çabaladığında, elinde Avrupa’nın ‘hasta adam’ ilan ettiği bir toplum, köyden bozma bir başkent bulunuyordu.” Devlet yerine toplum ifadesinin kullanılması manidar.
Cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında Türkiye İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin serbest girişim yanlısı, ekonomik uygulamalarda özel sektöre öncelik veren bir yaklaşım getirdiğini belirtiyor. 1929’da yaşanan ekonomik bunalım sonrasında uydurulan devletçi ekonominin hiçbir zaman ideolojik bir devletçilik olmadığını ve 20. yüzyıl boyunca kamu kesiminin olanaklar çerçevesinde her zaman özel sektörü desteklediğini vurguluyor. Eylül 2006’da Birinci Uluslararası Ekonomi Konferansı’nda yaptığı konuşmada 80’li yıllarda (Özallı yıllar) gelişen ekonomik performansı ve finans yapısını över, bu yapının 90’lı yıllarla birlikte bozulmaya başladığına değinir. 2005’te bir TÜSİAD toplantısında geniş bir AB vizyonu çizer. Son Meclis konuşmasında ilk kez küreselleşme adı altında uluslararası tekelci sermayeye ve ‘evrensel kapitalizm’ tehlikesine dikkat çeker.
Sezer, cumhurbaşkanlığı döneminde bile liberal bir tanım olan birey kelimesini sıklıkla kullanır. “Evrensel değerlerin özümsenmesi ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerden yararlanma derecesi, ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle koşutluk göstermektedir.” gibi cümleler sarf eder. Ancak Cumhurbaşkanı Sezer’in vurguladığı ‘birey’ kurgulanmış, tanımlanmış, laik, pozitivist bir bireydir aslında. Yani liberal birey tanımını anti-demokratik tarifler içinde kullanarak bir yanılsamaya yol açmıştır.
BİR KONUŞMANIN ANATOMİSİ!
Sezer’in cumhurbaşkanlığı öncesinde yaptığı ve hepsi de ‘kuruluş yıldönümleri’ne ait 3 konuşması var. Anayasa Mahkemesi’nin 37. Kuruluş Yıldönümü’nde yaptığı konuşmada 176 kez özgürlük kelimesini kullanırken, 55 kez açıklama özgürlüğüne değiniyor. İki kez laiklikten söz ediyor. Bir kez bile Atatürk ismini kullanmıyor. Bir kez cumhuriyet kavramını kullanırken 27 kez ‘demokrasi’ kavramını kullanıyor. 15 kez temel hak ve özgürlüklerden söz ediyor. Dış hukuk normlarına önem verdiğini gösterircesine iki defa Alman Anayasa Mahkemesine, iki defa ABD Yüksek Mahkemesine, pek çok kez de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine atıf yapıyor. Hayata ‘liberal’ penceresinden bakan bir adamın kaygılarını yansıtıyor sanki.
Güvenlik mi demokrasi mi tartışmalarında sıklıkla geçen, ‘açık ve yakın’ tehlike bahsinde Sezer’in sözleri incelenmeye değer. “ABD Yüksek Mahkemesi, düşünceyi açıklama özgürlüğü konusunda, 1919’lardan itibaren ‘açık ve mevcut tehlike’ ölçütünü kullanmaya başlamıştır. Buna göre, düşüncenin açıklanmasının ‘açık ve mevcut bir tehlike’ oluşturup oluşturmadığına bakılmaktadır. Bu ölçüde, düşünce açıklama özgürlüğü mutlak olarak anayasal güvence altına alınmakta ve ‘düşünce suçu’na olanak tanımaktadır.” Bu metni hazırladığı sırada ‘açık ve yakın’ tehlikeyi muğlâk bulduğunu, ‘yakın’ yerine ‘mevcut’u bilinçli bir şekilde tercih ettiğini, bunu yaparken de etrafıyla istişare ettiğini öğreniyoruz. Sezer bu iki kelimeyi tartıyor ve ancak ileri demokrasilere özgü kavramı tercih ediyor. Görevinin son yılında ‘hayali’ tehlikelere tedbir getirmekten söz edebilmektedir.
En büyük tartışmalardan biri de bu metnin kimin tarafından kaleme alındığı. Öyle ya, Sezer fikriyatıyla fazla münasebeti olmayan bu metnin kendi yazmış olamazdı herhalde. Prof. Sami Selçuk o metni başkası tarafından kaleme alındığını, yazan kişiyi tanıdığını ama isim vermeyeceğini söylüyor. Anayasa Mahkemesi’nde Sezer’le çalışan bir başka kişi ise bizzat metni yazarken çalışmasına şahit olduğunu söylüyor bize. Bir de, Sezer’in bu metni oluştururken yazılmış diğer bütün metinleri taradığını aktarıyor.
İcraatlarıyla gündemden düşmeyen, AK Parti iktidarıyla iyice ‘şahinleşen’ Sezer’in ve Sezer’li yılların farklı bir serencamını ele aldık. Peki, onun Köşk için aday gösterilmesi sürpriz miydi?
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu sırada, daha sonraları AK Parti’de önemli makamlara gelecek bir arkadaşını yemeğe davet eder. Türkiye’deki yapısal sorunların ve siyasetin konuşulduğu yemeğin sonunda Sezer, “Bu ülke tam demokrasiye zor geçer. Özgürlüklerin önündeki engeller zor kaldırılır.” der ve söylediklerini gerekçelendirmek için konuğunu elinden tutarak pencereye doğru götürür. Anayasa Mahkemesi’nin en üst katından dört bir yanı görülen Çankaya Köşkü’nü işaret eder: “Bak, cumhurbaşkanı şurada çalışıyor, etrafındaki şu binalar da askerlerin... Görüyor musun askerler Cumhurbaşkanlığı’nı çepeçevre kuşatmış durumda. Sistem çağdaş demokrasiye nasıl ulaşacak?”
Zaman Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal’ın aktardığı diyalog, Sezer’in henüz gündemimize girmediği ‘hâkimlik’ yıllarına rastlıyor. 24 Nisan 1999’da Anayasa Mahkemesi’nin 37. kuruluş yıldönümü’nde yaptığı konuşma, özgürlük ve hukuk devleti manifestosu niteliğindeydi. Bir yıl sonra bu sefer cumhurbaşkanı adayı sıfatıyla cumhurbaşkanlığı yetkilerinin daraltılması gerektiğini vurgulayıp 82 Anayasası’nı eleştirince ve Yüksek Askerî Şûra kararlarının yargı denetimine tabi tutulmasını önerince artık onu bütün Türkiye tanımaya başladı.
“Sezer konusunda dikkatli olalım diye siz uyarmışsınız galiba.” dediğimde, telefondan gelen kahkaha sesi sözümü kesiyor: “O ben değildim. Keşke öyle olsaydı, ben tam tersine, seçilmesi için elimden geleni yaptım.” Bülent Ecevit, Fazilet Partisi lideri Recai Kutan’a cumhurbaşkanı adayını açıkladığında odadaki 6 kişiden biridir Prof. Mehmet Bekaroğlu. Önce orada, sonra grup toplantısında Sezer’in adaylığı değerlendirilecek, Bekaroğlu, Vecdi Gönül, Bülent Arınç ve diğer 35 kişi oylarını Sezer’e vereceklerini deklare ederken, sadece Şeref Malkoç, aslında onun demokrat olmadığını iddia edecek ve taraftar toplayacaktır. Sami Selçuk’un ismi geçtiğinde, ‘yargıçlar demokrasisi’ öngördüğü ifade edilerek, en demokrat adayın Sezer olduğu tekrar vurgulanır. Bekaroğlu’nun gayreti bununla sınırlı kalmaz. Sezer’in o meşhur konuşmasını İslamî düşünce dergisi Umran’da yayımlatır, 550 adet çoğaltarak bütün milletvekillerine dağıtır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başkanlığına özgürlükçü bir kişinin gelecek olması herkes gibi onu da heyecanlandırmaktadır.
Görevinin birinci yılında kırmızı ışıkta duran, market alışverişinde görülen halkçı ve demokrat Sezer, tıpkı sözleri gibi hatıralarda kaldı. Bize onun hakkında bilgi aktaracak Cumhurbaşkanlığı muhabirliği de… “Cumhurun başı niye cumhurun içinde değil” sorusu bile demode artık. Eleştirdiği cumhurbaşkanlığı yetkilerini sonuna kadar kullanmış, 12 Mart Muhtırası’nın cuntacı sivili İlhan Selçuk Köşk’ün gediklisi, ‘ben yokum aslında içindeki asker olmasa’ şarkıları söyleyen Kanaltürk tek muteber medya kanalı olmuştu. Bu soldan hizaya gelmişlik hâli, AK Parti hükümetiyle birlikte başlayan resepsiyon yasaklarının, yüzlerce vetonun, soğuk geçen Ankara günlerinin, yurtiçinde ve dışında süregelen vizyonsuzluğun son noktasıydı. Özgürlükçü Sezer gitmiş, gün görmemiş laiklik tanımları, sosyal siyasal teorileriyle dağa taşa yasak koymayı öneren bir kişi gelmişti. Anayasa’yı anlatmak yerine fırlatmayı, konuşmak yerine küsmeyi tercih etmişti bir kere. Her zaman çıkarlarını maksimize etmeye çalışan siyasetçilere(!) ders vermiş, gönüllü muhalefet liderliğine soyunmuş, tasarruf yapmış, “Sezer beni telefonla aradı.” diyen birkaç gazeteci esnafı kendini şanslı addetmişti.
İnsanlar değişebilir, dönüşebilir, dönüşmüş gibi gözükebilir, aslında hiç dönüşmemiş de olabilir. Elbette Sezer’in 180 derecelik dönüşü, bu tartışmalar dâhilinde. Sezer hiç röportaj vermedi, özenle hazırlanmış yazılı metinler çerçevesini asla aşmadı, “Bize samimi açıklamalarda bulundu.” muhtevalı bir haber de beklenmiyor artık. Dosyaya başlarken elimizde şu soru vardı: Özgürlükçü, demokrat biri nasıl oldu da totaliter düşünceleri seslendiren bir kişiye dönüştü? İktidar insanları dönüştürürdü tamam, devlet gerçeği kafaya dank ederdi o da tamam, fakat Cumhurbaşkanı Sezer’in bambaşka bir hikâyesi vardı belki de. Asıl soru, Sezer gerçekten demokrat mıydı? Yoksa demokrat görüntüsü, daha sonra onu Köşk’e çıkaracak projenin bir parçası mıydı?
Sezer, devlet başkanı sıfatıyla gündemimize girse de siyasî bir geçmişi yoktu ve onun politik görüşlerine aşina değildik. Dünyaya nereden ve nasıl baktığı, hangi siyasi kanaatlere yakın olduğu, devlet yönetimi ile ilgili ideolojik yaklaşımları vs… Başlangıçta hedefimiz bütün konuşmaları üzerinden bir Sezer portresi çıkartmaktı. O ‘muhteşem’ iki konuşmayla diğer yüzlerce konuşma arasında bir bağ aramaktı belki de. Ancak, Köşk öncesi ve sonrası bütün metinler gözden geçirildiğinde kendisini Çankaya’ya çıkaran manifesto ile diğer metinler arasında bir bağ bulunmadığı gibi, onların toplamından ahenkli bir dünya görüşü de çıkmıyordu ortaya.
Hakkında çok şey bilinmeyen bir kişi Sezer. Bir dönem beraber çalıştığı mesai arkadaşları bile onun hakkında iki üç cümleden fazlasını sarf etmiyor. Görevini düzgün yapmaya özen gösteren, ‘sosyal’ etkinliklere katılmayan, kurum içi faaliyetlerde gevşemeyen biridir o. Hâkim Bey, onun muhtemelen uzun yargı yıllarında genç stajyerden kıdemli hâkimlere kadar herkese yönelttiği bir nezaket hitabı. Yargıtay 2. Daire üyesiyken daha çok boşanma gibi aile hukuku davalarına bakmaktadır. Yargıtay yıllarında yanında stajyerlik yapan bir avukat onun için, “Dikkatli bir hukukçu olarak biliyorduk. Çok konuşmazdı, haftalık müzakereler esnasında şakalaşmalara, muhabbetlere hiç iştirak etmezdi. Bize hitap ederken Hâkim Bey derdi. Bu iz bıraktı bizde.” diyor. 2 ay birlikte çalıştıkları Sezer’in ‘ideoloji’ çağrıştıran herhangi konuşmasını hatırlamıyor.
Hukuk fakültesi yıllarından bir hocasını aradığımızda onun hakkında anlatacak çok bir hatırası olmadığını söylüyor. Sezer cumhurbaşkanı olduğunda mikrofon uzatılan hocalarının görüşleri de ‘sessiz sakin’le sınırlı. ‘Köşk’teki Hâkim’ kitabından öğrendiğimize göre lisede de, üniversitede de şamatanın ortasında ‘tamam arkadaşlar çok vakit geçirdik, biraz da ders çalışalım’ diyen biridir kendisi. “Bizlerin siyasi yanı ağır basarken o hep ders çalışırdı.” diyor Hasan Fehmi Güneş. Öğrenci olaylarının içinde onu göremesek bile cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilk yanına aldığı Kemal Nehrozoğlu ve hâlâ en yakın arkadaşı olan Hasan Fehmi Güneş aktivisttir, meydanlarda görülmüşlerdir. Ama dikkat çeken bir nokta Sezer’in, Metin Toker’in çıkarttığı, 27 Mayıs’ın en büyük destekçilerinden Akis dergisinin müdavimi olmasıdır.
10. Cumhurbaşkanı Sezer, Selanik’e bağlı Serez kasabasından 1924 Mübadelesi ile Afyon’a, Rumlardan boşaltılan mahalleye yerleştirilen bir aileye mensup. Baba Mehmet Sezer uzun yıllar Afyon’da başöğretmenlik yapar. Süleyman Demirel gibi Afyon Lisesi’nden mezun olur Sezer. En başarılı dersleri askerlik, felsefe, kimya, beden olurken, Türkçe-kompozisyon ve müzik zayıftır. Eşi Semra Hanım’la üniversite yıllarında tanışıp evlenir. Sezer’in kendi ve eşinin ailesiyle sıcak ilişkileri olmadığı biliniyor. İlk görev yerleri Diyarbakır-Dicle, Yozgat-Yerköy. 4-5 yıllık taşra görevinden sonra bir süre Yargıtay Tetkik Hâkimi olarak çalışır. 1983’te Yargıtay üyeliğine, 1988’de Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilir. Yekta Güngör Özden ve Vural Savaş’la yıldızları barışmaz, 28 Şubat sürecinde askerî brifinglere katılmaz.
Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yılında piyasaya çıkan “Köşk’teki Hâkim” Sezer hakkında yazılmış tek eser. Kitabın yazarı Abdullah Muradoğlu, o günkü verilerle demokrat bir Sezer portresinin çıktığını; ama bugün tekrar yazmış olsa bambaşka bir portre çıkacağını söylüyor. Bu anlamda kendisi için bir yanılma söz konusu olsa bile ‘umut işkencesi olmasın’ gibi rezervler koyma ihtiyacı hissediyor. Ayrıca büyük bir hayal kırıklığı olmadığını söylüyor Ahmet Necdet Sezer için; “Özellikle başörtüsü konusunda tutumu biliniyordu, çoğu sorun da oradan çıktı.”
FİKİRLERİ KADAR KİŞİLİĞİ DE ETKİLİ
Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu yıllarda da tasarruf yapar. A4 kâğıtlarının arkasının kullanılması konusunda ısrarcıdır. Her yıl ne kadar tasarruf yaptığını tıpkı cumhurbaşkanlığı yıllarında olduğu gibi ilân eder. Anayasa Mahkemesi’nde uzunca bir dönem onunla çalışan bir hukukçu, Sezer’in en bariz özelliğinin eğer hoşlanmadığı bir şey söz konusu ise bunu sözleriyle değil tavrıyla belli etmesi olduğunu söylüyor. Sözgelimi bir sebeple kızmışsa randevu vermiyor ya da kendi imzasını bekleyen konularda aceleci davranmamakla o kişiyi cezalandırıyor. Ve çok çabuk küsüyor. Bütün bu özellikleri cumhurbaşkanlığı sırasında da devam eder.
Dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın DEHAP’ın seçime girmesine mâni olunmasına dair Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı müracaata ret oyu vermesini demokratlık olarak yorumlayanlar, bu tavrının Vural Savaş’a karşı duyduğu kişisel hislerle alakası olabileceğini bilmiyorlardı. Devlet protokolünde 2. sırada yer alan TBMM Başkanı Bülent Arınç’la görevi boyunca sadece ‘iki’ defa görüşmesi sadece Münevver Hanım’ın başörtüsüyle izah edilemeyeceği gibi. Ali Babacan’ı fırçalaması kendisine yönelik yapıldığını düşündüğü hiçbir olayı unutmadığının göstergesi aynı zamanda.
Cumhurbaşkanı Sezer’in eylemlerini sahip olduğu ideoloji kadar belki de daha çok kişiliği, ilişkileri ve kızgınlıkları belirliyor. Sözgelimi Sezer, Kemal Gürüz YÖK başkanıyken uygar ülkelerdeki üniversite yönetimlerini örnek göstererek YÖK’ü, üniversitede demokrasiye engel teşkil ettiği gerekçesiyle eleştiriyor. Bir süre sonra, Sezer’in Anayasa Mahkemesi yıllarından ahbabı ve meslektaşı Prof. Erdoğan Teziç’in YÖK başkanı olmasıyla birlikte ne böyle bir eleştiri kalıyor ortada ne de YÖK’e karşı bir tutum… Tıpkı, cumhurbaşkanlığının geniş yetkilerine, YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında kalmasına, Anayasa Mahkemesi üyelerinin cumhurbaşkanınca atanmasına karşı olmadığının anlaşılması gibi.
Mahkeme yıllarında beraber çalıştığı kişiler Sezer’in aslında iyi bir hatip olduğunu söylüyor. Bir eski mesai arkadaşına göre Sezer’in cumhurbaşkanlığı sürecinde neredeyse irticalen hiç konuşmamasının tek bir açıklaması olabilir: Hata yapmaktan korkmak. Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz’ün giderayak sarf ettiği, ‘en büyük dezavantajı politikaya yabancı olmasıdır’ sözü doğrudur bu yüzden. Memleketi Afyon’da gerçekleşen depreme ‘her şey bittikten’ sonra intikal etmesinin, vardığında ise arabadan çıkmamasının, dinî bayramlarda siyasi mesajlar vermeyi ihmal etmez iken gündemi günlerce meşgul eden olaylar karşısında sessizliğe bürünmesinin en insaflı izahı bu olabilir herhalde.
7 yıl boyunca 66 yasayı veto eden, 1806 atamayı geri çeviren Sezer’le AK Parti hükümetinin iletişimi neredeyse protokollerden ibaret. Sadece arşivdeki fotoğraflara dayanarak, Sezer’i Yargı yılı, TBMM, üniversite açışları, Ecevit’in cenazesi gibi protokol muhiti dışında hükümet üyeleriyle yan yana görmek neredeyse imkânsız. Ayrıca hükümetin Sezer’le gayr-i resmi aracılara dayanan bir ilişkisi olmadı. 2B yasasında olduğu gibi Sezer’e akıl hocalığı yaptığı bilinen bazı kişilere yönelik bakan seviyesinde bilgilendirme çabaları da sınırlı. Hükümet üyeleriyle herhangi bir konserde, sosyal etkinlikte gözükmez, Semra Sezer’le Emine Erdoğan’ın Olgunlaşma Enstitüsü’nden giyinmeleri ise istisnadan ibarettir. Sezer’in Köşk’te de devlet dairesi mesaisine uyması, mesai bitiminde işi bırakması bürokratik alışkanlığın devamı niteliğinde.
Uzun yıllar Sezer’in benimsediği ‘tarafsızlık’ ilkesi, “MÜSİAD’a gitmemek için TÜSİAD’a, Fatih Üniversitesi’nden muhtemel bir daveti engellemek için Bilgi Üniversitesi’ne ayak basmamak” şeklinde cereyan ediyor. Cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında sürdürdüğü bu tuhaf tarafsızlık ilkesini, marjinalliği herkesçe malum Kanaltürk’ün kuruluş yıldönümü gecesinde 4 saat kalarak bozmasını İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek, “Elbette kendi tercihidir ama bence isabetli bir karar değildi.” şeklinde yorumluyor. Hem destekliyor, hem çekince koyuyor: “Cumhurbaşkanlığından önce yaptığı konuşmalarda uluslararası hukuku, ulusal devlet ve egemenliğin üstünde gören görüşleri savunduğu için eleştirmiştik. Petrol yasasını veto etmesinde olduğu gibi bağımsızlığı koruyan uygulamalarıyla milletimizin güvenini kazandı. Bununla birlikte Kemal Alemdaroğlu’nun rektörlükten alınmasına onay vermesini bu tutumuyla bağdaşır görmüyoruz.” Alemdaroğlu olayından sonra Perinçek’in Sezer tanımı “Bilderbergçilerin adamı” şeklinde.
Sezer’in son bir yıldaki konuşmaları din, özgürlükler, laiklik, sermaye ve kamusal alanla ilgili bir hayli totaliter görüşler taşıdığını gösterdi bize. Son Meclis açılışında yaptığı konuşmasından hareketle, Sezer’in nasıl bir felsefeye yaslandığını Prof. Dr. Atilla Yayla şöyle değerlendiriyor: “Konuşmasında dayandığı felsefe, kurucu rasyonalist, pozitivist ve bilimist (bilim dışı bir bilim anlayışını fetişleştiren) bir felsefe. Bu felsefe özü itibariyle 19. yüzyıla aittir ve 20. yüzyıldaki ürünü totaliter sistemlerdir. Türkiye’de 1930-40’lı yıllara hükmeden bu felsefe, bugün uygarlığa ve çağdaş bir demokrasiye temel oluşturmak bir yana, ona en büyük zararı verecek bir anlayıştır.” CHP’li Ali Topuz aynı konuşma için ‘muhteşem’ demişti.
Recep Tayyip Erdoğan’ı daha belediye başkanıyken tanımak isteyen, randevu alıp görüşen ve bunu Türk siyasi hayatına damgasını vuran bütün liderler için yapan ünlü tarihçimiz Prof. Kemal Karpat, Cumhurbaşkanı Sezer’le niye görüşmek istemediğini şöyle açıklıyor: “Sezer’i tanımadım, tanımak da istemedim. Beni çekmedi doğrusu. Bürokrat görüşlü, dar hukukî çerçeve içinde kalan bir adam.” Bu arada, İlhan Selçuk’un bahşettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. adamı vasfını hatırlayan yok.
DİN VE VİCDAN BAHSİ
Sezer, kamuoyuna yansıyan ilk konuşmasını 1998’de Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşunun 36. yılında vazeder. Burada bolca temel hak ve özgürlüklerden söz ederken iki yerde din ve vicdan hürriyetine vurgu yapar. Temel hak ve özgürlükler din ve vicdan hürriyetini kapsadığı halde ayrıca vurgu yapma ihtiyacı hisseder. Cumhurbaşkanlığından bir yıl önceki son konuşması zaten bir hukuk devleti ve özgürlük manifestosudur. 16 defa temel hak ve özgürlükten söz eder, daha başka konuşmalarında rastlamayacağımız bir biçimde beş kez ‘iç dünya’ kavramını kullanır. Devlet birey için var olmalıdır, korunması gereken de bireyin temel hak ve özgürlükleridir. Öyle bir özgürlük vurgusu vardır ki, her kesim gibi muhafazakârların da büyük sempatisini kazanır. Öyle ki cumhurbaşkanlığından önceki son konuşması, görevinin ilk yılındaki tavırları bu sempatiyi besleyecek, Sezer’in laik kimliği bile tartışmaya açılacaktır. İrticacı, 2. Cumhuriyetçi yakıştırmaları yapılırken, Emin Çölaşan Cumhurbaşkanı’na Ahmet Bey demekle yetinecekti.
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte ilk teşekkür konuşmasında ve 2,5 saat süren ilk Meclis açılışında din ve vicdan özgürlüğüne vurgu yapıyor. Cumhurbaşkanlığı boyunca yapacağı yüzlerce konuşmaya bakıldığında bunların son vurgular olduğu anlaşılıyor. Temel hak ve özgürlüklerin ‘olmazsa olmaz’ parçası din ve vicdan özgürlüğü, Sezer’in görevinin ilerleyen yıllarında ‘olmasa da olur’ şeklinde bir seyir izliyor. Tıpkı üçüncü yılında Hacı Bektaş’ta yaptığı konuşmada olduğu gibi: “Temel hak ve özgürlükler, din ve mezhep ayrımı yaratma ya da bu kavram ve görüşlere dayalı bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamaz…” Elbette doğru, ancak Sezer, söz konusu kavramı çoktandır temel haklar bağlamından koparıp güvenlik konseptine dâhil etmiştir bile. Aslında ne demek istediği görevinin son yılında yapacağı konuşmalarda daha iyi anlaşılır. AK Parti hükümetiyle birlikte Çankaya’daki tek kişilik resepsiyon davetleri rutine binmiş, NATO gibi uluslararası toplantılarda Başbakan’ı eşsiz görmek sıradanlaşmıştır. 2006’nın son aylarında yaptığı son Meclis açılış konuşmasında şöyle hitap eder: “Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak, toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; bireyin inanç ve ibadet yaşamına, kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla sınırlamalar konulabilir...” Bu konuşmasında 29 kez ‘din’ kelimesini kullanır ama bunların hiçbirinde temel haklar vurgusunu yapmaz.
Cumhurbaşkanı’nın ramazan ayında kürsüde su içmesi çok tartışıldı; Sezer Oruç tutmuyor, tutana da saygı duymuyor denildi, çoklukla da bu durum görmezlikten gelindi. Sezer’in Anayasa Mahkemesi döneminde olduğu gibi halen oruç tuttuğu aldığımız bilgiler arasında. Hatta Köşk personeline iftar verdiği, bayram namazlarını hiç kaçırmadığı, ara sıra cuma namazlarına iştirak ettiği de… Samimiyetle savunduğu anlaşılan kendi laiklik anlayışı, en çok Sezer’i hapsetmişti; kendi din ve vicdan hürriyetine sahip çıkmadığı gibi, kendisine reva gördüğü rolü Türk toplumu için de makbul görmesi, halkın ne isteyeceğini halktan daha iyi bilenlerin ekolü jakobenizmle açıklanabilirdi ancak.
DİN DEVLETLE AYRILIR; ALEVİLİK HARİÇ…
‘Kamusal alan’ dâhilinde zinhar dinî sembollerden uzak duran Sezer’in bazı dinî mevzulara da büsbütün kayıtsız kaldığı söylenemez. Alevi Bektaşi kültürüyle yakından ilgilendiği biliniyor. Cem Vakfı Başkanı Prof. İzzettin Doğan bir ziyaretinde Sezer’in kendi kitaplarını ‘kelimesi kelimesine’ okuduğunu öğrenir. Elbette bu ilgide, Doğan’ın devlet hukuku hocası olmasının rolü vardır. İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Tarih Bölümü Başkanı Prof. Salim Cöhce, Sezer’in Alevileri desteklediğini ve maddî yardımda bulunduğunu söylüyor. Sezer’in Hacı Bektaş Şenliklerine özel bir önem verdiği biliniyor. Anayasa Mahkemesi üyesi ve başkanıyken bütün parti kapatma davalarına olumlu rey verirken bir tek Alevi partisininin kapatılmaması yönünde oy kullanır.
Ankara’daki siyasi gözlemciler eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın Köşk’ü mesken tutmasına ve Sezer’le yakınlığına dikkat çekiyor. Bu durum Batı Çalışma Grubu çalışmalarını Köşk’te de mi devam ettiriyor yorumlarına sebep oluyor. Sezer’in emekli askerlerin sözlerine fazlasıyla kulak kabartması, geçmiş dönemde eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le aralarında soğuk rüzgârların esmesinin başlıca nedenlerinden biri sayılıyor. Geçtiğimiz aylarda patlak veren, hükümetin atamak istediği genel müdür adayı hakkında apartman kapıcısından bilgi alma işinin, Emniyet ve MİT aracılığıyla değil bizzat Köşk’te görevli kişilerce yapıldığını söylüyor duyumları kuvvetli bir kişi. Eğer bu gerçekse, Kenan Evren’den bu yana ilk defa Köşk’te ‘alternatif’ bir istihbaratın işlediğinden söz edilebilirdi. Bilindiği gibi Köşk’te Evren döneminde damadı Erkan Gürvit’in başında olduğu istihbarat Turgut Özal’la birlikte kaldırılmıştı.
Sezer’in cumhurbaşkanlığı icraatlarını salt kendisi üzerinden açıklamak mümkün değil. ‘İş danışmanlar üzerinden yürüyordu’ diyen pek çok kişi var.
CUMHURBAŞKANI OLACAĞI BİR YIL ÖNCE BELLİYDİ!
Sezer’in Anayasa Mahkemesi başkanıyken yaptığı iki konuşmada sergilediği özgürlükçü söylemin ne yargıç Sezer’de ne de Cumhurbaşkanı Sezer’de bir yansıması söz konusu. Anayasa Mahkemesi’ndeyken verdiği oylar, düştüğü şerhler Sezer’in hiç de demokrat biri olmadığını gösteriyor. Sezer’in hayatında karşılığı, izdüşümü ve anlamı olmayan bir konuşma onu cumhurbaşkanlığına taşıyor. Prof. Mustafa Erdoğan ve birkaç kişinin ‘demokrat değil’ uyarılarına rağmen.
Mayıs 2000’de, Demirel’in 5 artı 5 formülünün tutmadığı, Mesut Yılmaz’ın ümitlerinin bittiği bir anda gündeme gelen sürpriz bir isimdi Sezer. Telefonlar edildi, parti grupları toplandı, hiçbir konuda anlaşamayan 5 parti lideri ortak adaylarının Sezer olduğunu açıkladı. Koalisyon ortağı Mesut Yılmaz’ın en yakınındaki isimlerden Eyüp Aşık, bazı liderlerin Sezer’in kişiliği üzerine tartıştığını anımsıyor. Sonrası malum, fireler oldu ama politikanın sağından 4 partinin (DYP, ANAP, FP, BBP), vekillerinin yarısının ‘sağcı’ olmasından şüphelenilen DSP’nin desteğiyle Sezer cumhurbaşkanı seçildi. Üç partili hükümetten nasıl bir cumhurbaşkanı çıkar derken Cumhuriyet tarihinin en sorunsuz seçimi yapıldı. Onu seçen 5 parti 2 yıl sonra yapılan seçimlerde barajı geçemedi.
Proje konusuna gelirsek; bazı siyasi gözlemcilere göre Sezer’in ismi son anda gündeme gelmedi. Yani yeri ve zamanı geldiğinde uygulanmak üzere hazırlanan bir projeye göre seçildi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en şanslı aday, adı en son çıkan değil midir? Hasan Celal Güzel böyle bir projenin olabileceğini düşünenlerden: “28 Şubat’ta mağdur olmuş çevreler, Sezer’i demokrat bir kişi olarak sunarak kandırıldı. Sami Selçuk oranın adayıydı. Selçuk’un o yıl yaptığı konuşma sol tarafından çok sıcak karşılanmadı. Gerçek bir demokrat yerine onun söyleminden yararlanarak konuşan sosyal demokrasinin jakoben geleneğine yaslanan bir ismi öne çıkardılar. Gerçekten planlı olabilir. Yani hepimiz kandırıldık, aldatıldık. Bu da CHP’nin işine geldi.”
Gazeteci Tamer Korkmaz, cumhurbaşkanlığı ile birlikte değişen tavrını anlamaya çalıştığında Sezer’in Çankaya’ya çıkış senaryosunun önceden yazılmış olduğunu düşünmeye başlamış. “Demirel, Nisan 2000’deki beş artı beş oylamasında Çankaya’ya devam etme şansını yitirmişti. Statükonun, egemenlerin böyle bir sonuca hazırlıklı olduğunu Sezer’in kolaylıkla gerçekleşen seçilme sürecinden anlıyoruz. Demirel elenince Ecevit’in aklına öyle birdenbire Sezer falan gelmedi. Bak ne güzel konuşmalar yapmıştı filan, bunlarla konuyu izah etmek sadece yüzeysellik değil aynı zamanda saflık olur.” Korkmaz, Demirel’le Sezer’in farklı portrelerine rağmen aslında aynı duruşa sahip olduğu görüşünde: “Demirel, Çankaya’ya uzun dönem hüküm sürmüş siyasi bir lider olarak gelen, Sezer ise siyaset dışından gelen bir cumhurbaşkanı olarak bu bağlamda farklılık arz ediyor olsa da statükoya bağlılık ve Türkiye’deki Gizli İktidar’ın bir parçası olma bakımlarından temelde aynıdır. Hal böyle iken o zaman devlette hâkim olan güç cumhurbaşkanını belirleme noktasında tercihi başkalarının veya örneğin siyaset kurumunun yapmasına müsaade etmeyecekti.”
Tamer Korkmaz’a göre, o dönemdeki Meclis aritmetiğine bakıldığında, MHP’li bir isim, ya da Meclis içinden bir başka kişi mutabakatla Çankaya için seçilebilirdi. “Bu yola hiç girilmemiş olması yeterince dikkat çekicidir. Demirel elenir elenmez çok kısa bir sürede Sezer’in ismi ortaya atıldı ve seçilmesi sağlandı. Hükümetin muktedir olmadığının bir göstergesiydi bu durum. Demirel’e geçit vermeyen bir Meclis’e (tabii kamuoyuna) ‘Özgürlükçü Sezer’ yanılsaması yaptırıldı ve seçtirildi.” Korkmaz, Sezer’in Çankaya’daki ilk bir, bir buçuk yılında “özgürlükçü ve hakşinas” bir konumda gösterilmesini, halk adamı denilerek sempatik gösterilmesini senaryoya dâhil ediyor: “Sezer’in gerçek fikirleri ve çizgisi AKP’nin hükümete gelmesi ile birlikte ortaya çıktı.”
Ankara merkezli yayın yapan Kanal A’nın Yayın Yönetmeni Alper Tan’a göre Turgut Özal ve Adnan Menderes kendilerine tahsis edilen alandan çıktıkları için cezalandırıldı. “Cumhurbaşkanlığına gelecek insanın kişiliği nasıl olursa olsun statükoyu korumak onun en önemli görevi olmuştur. Sayın Sezer’in cumhurbaşkanlığı makamına getirilmesi bana göre bir projenin uygulanmasından ibaret. Sezer en az bir, bir buçuk yıl önceden ‘belirlenmiş’ ve ‘hazırlanmış’ bir adaydır. Son derece demokratik açılımlar ihtiva eden yargı yılı açış konuşmaları bu projenin ilk uygulama aşamalarından ibaret.”
Alper Tan’a göre, solun en ucu ile sağın en ucunu temsil eden iki gazetenin Sezer’in aleyhine yayın yapmasıyla sempati daha da pekiştirilir. “Birileri” bu parti başkanlarını Sezer konusunda ikna etmiştir. “Bu liderler, yönlendirilerek aldatıldıklarını Sezer’in icraata başlamasından sonra anlayabilmişlerdir.” DSP’nin etkili bir ismiyle yakın çalışma içinde olan bir siyasi danışman, Sezer’e karşı sempati oluşturmak maksadıyla, radikal çıkışları ile bilinen bir gazeteye aleyhte haber yaptırmak maksadıyla, para verdiklerini söyler yakın çevresine.
Sezer’in seçilmesi için elinden geleni yapan Mehmet Bekaroğlu, Sezer’in seçilmesinden kısa bir süre sonra insan hakları ile ilgili yaptığı 2-3 görüşmesinde yasakçı Sezer’le tanışacak, çıkışta da ağzından, “büyük gol yedik” sözleri dökülecektir. Bugünlerde yazmakta olduğu kitabında Sezer bir proje miydi sorusunu o da soruyor. Son tahlilde Sezer’in iyi bir CHP’li olduğunu düşünüyor bugün.
Prof. Mümtaz’er Türköne, konuyu daha çok siyasetin kendi içindeki dinamikleriyle açıklamaktan yana. Ona göre Ecevit koalisyonu devam ettirmek istiyordu ve Sezer ismini bu nedenle ortaya attı. “Ayrıca Sami Selçuk’un özgürlükçü konuşmalarının yargıçlarda özgürlükçü retoriği çok moda yapmıştı, Sezer de bu modaya uymuştu” Türköne’ye göre proje değil, öngörü olabilir.
Fehmi Koru, Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı için adının geçtiğini iki ay öncesinden haber veren ilk kişi. Kendisine ‘nasıl bildiniz’ sorusu yöneltildiğinde, bunu iyi bir gazetecilik için gereken “çevre, arşiv, ilişkiler” gibi unsurlarla izah ediyor. En azından son anda akla gelen parlak bir fikir olmayabileceğini gösteriyor Koru’nun iki ay öncesinden yazmış olması. Sezer’in adaylığını ilk kez Yavuz Donat duyurur kamuoyuna. Ona da Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in söylemiş olması tesadüf değildir. Sezer’i seçtirmek isteyen lobiyle yakın teması vardır çünkü.
Seçimden sonra Ali Bulaç, Fehmi Koru, Mehmet Altan, Soli Özel gibi isimlerin katıldığı bir programda Sezer ne getirir-götürür tartışması yapılıyor. “Mr. Smith Washington’da filmine atıf yapılır, saf taşralının her türlü ayak oyununu alt üst etmesine benzetilir Sezer’in cumhurbaşkanlığı. Katılımcılar arasında “Çok büyük beklentiye girmeye gerek yok diyen” tek kişi ise Gaffar Yakın. Yani, Sezer’i Ecevit’e önerdiği söylenen DSP eski Afyon Milletvekili. Yakın’a o dönemi sorduğumuzda, konuşmak istemediğini, en doğru adresin Hüsamettin Özkan olabileceğini söylüyor. Öyle ya! Sezer’in adaylığını liderlere ilk duyuran Sezer’in anayasayı fırlattığı kişidir Özkan.
Belki birileri, bir gün her şeyi anlatır.
SEZER ‘GÖNENÇLİ’ GÜNLER DİLER
Sezer’in cumhurbaşkanı olduktan sonra sıklıklı kullanmaya özen gösterdiği öztürkçe kelimelere daha önceki iki konuşmasında rastlanmıyor. En sevdiği ve yaygın literatüre soktuğu ‘gönenç’i ise, ilk defa KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı ziyareti esnasında, Cumhurbaşkanı kimliğiyle yaptığı 11. konuşmasında dile getiriyor. Daha önceki konuşmalarında ‘laik’ kavramındaki a’da şapka var, Çankaya’ya çıktıktan sonra bu şapka düşüyor. Artık yeni ‘imla’ kuralları yürürlüğe giriyor.
Eğer cankaya.gov.tr’ye bakılırsa Cumhurbaşkanı Sezer’in zannedilenden çok fazla ve uzun konuştuğu görülebilir. Bu dosyayı hazırlarken pek çoğunu okuduğumuz için en sıkı metinlerin TBMM’de ve Harp Okulu açılışlarındakiler olduğunu söyleyebiliriz. Dünya Felsefe Kongresi açılış konuşması gibi bazı özel konuşmalar da bu ikiliye dâhil edilebilir. Üniversite açılış konuşmaları ise derin mesajlar içermiyor. Hatta bazı konuşmalarda paragrafların yeri değişiyor, cümleler uzuyor, kısalıyor o kadar. Bütün konuşmaları kuru, didaktik ve teknik; heyecandan ve jestten mahrum. Konuk edilen ya da konuk olunan bir devlet başkanıysa, mutlaka söz konusu ülkeyle nasıl tarihsel ilişkimizin olduğuna temas ediliyor.
Taha Kıvanç’ın 2000’de TBMM açılış konuşmasından sonra yazdığı kulisten öğreniyoruz ki, Sezer bazı önemli konuşmaları büyük ölçüde kendisi yazıyor. Hukuki bir mevzuda danışmalarına havale ettiği bir konuşma metnini beğenmeyince oturup sabaha kadar çalışarak kendi metnini hazırlamış. Kıvanç o ışıkların o vakitten sonra hep açık kaldığını naklediyor, mizahi bir dille.
Rutin konuşmalarında siyasi mesajlar vermeyi ihmal etmiyor. Başkanlık sisteminin konuşulduğu Kasım 2005’te Atatürk’ü anma toplantısında yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanıyor: “Yüce Atatürk, çok değerli ve güçlü bir kimse olsa bile, vatan savunmasında bir kişiye bağlılığın doğru olmadığı düşüncesiyle başkanlık sistemine sıcak bakmamıştır.” Aynı konuşmada “Uygar devletler arasında yer almasını istediği Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmaya çabaladığında, elinde Avrupa’nın ‘hasta adam’ ilan ettiği bir toplum, köyden bozma bir başkent bulunuyordu.” Devlet yerine toplum ifadesinin kullanılması manidar.
Cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında Türkiye İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin serbest girişim yanlısı, ekonomik uygulamalarda özel sektöre öncelik veren bir yaklaşım getirdiğini belirtiyor. 1929’da yaşanan ekonomik bunalım sonrasında uydurulan devletçi ekonominin hiçbir zaman ideolojik bir devletçilik olmadığını ve 20. yüzyıl boyunca kamu kesiminin olanaklar çerçevesinde her zaman özel sektörü desteklediğini vurguluyor. Eylül 2006’da Birinci Uluslararası Ekonomi Konferansı’nda yaptığı konuşmada 80’li yıllarda (Özallı yıllar) gelişen ekonomik performansı ve finans yapısını över, bu yapının 90’lı yıllarla birlikte bozulmaya başladığına değinir. 2005’te bir TÜSİAD toplantısında geniş bir AB vizyonu çizer. Son Meclis konuşmasında ilk kez küreselleşme adı altında uluslararası tekelci sermayeye ve ‘evrensel kapitalizm’ tehlikesine dikkat çeker.
Sezer, cumhurbaşkanlığı döneminde bile liberal bir tanım olan birey kelimesini sıklıkla kullanır. “Evrensel değerlerin özümsenmesi ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerden yararlanma derecesi, ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle koşutluk göstermektedir.” gibi cümleler sarf eder. Ancak Cumhurbaşkanı Sezer’in vurguladığı ‘birey’ kurgulanmış, tanımlanmış, laik, pozitivist bir bireydir aslında. Yani liberal birey tanımını anti-demokratik tarifler içinde kullanarak bir yanılsamaya yol açmıştır.
BİR KONUŞMANIN ANATOMİSİ!
Sezer’in cumhurbaşkanlığı öncesinde yaptığı ve hepsi de ‘kuruluş yıldönümleri’ne ait 3 konuşması var. Anayasa Mahkemesi’nin 37. Kuruluş Yıldönümü’nde yaptığı konuşmada 176 kez özgürlük kelimesini kullanırken, 55 kez açıklama özgürlüğüne değiniyor. İki kez laiklikten söz ediyor. Bir kez bile Atatürk ismini kullanmıyor. Bir kez cumhuriyet kavramını kullanırken 27 kez ‘demokrasi’ kavramını kullanıyor. 15 kez temel hak ve özgürlüklerden söz ediyor. Dış hukuk normlarına önem verdiğini gösterircesine iki defa Alman Anayasa Mahkemesine, iki defa ABD Yüksek Mahkemesine, pek çok kez de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine atıf yapıyor. Hayata ‘liberal’ penceresinden bakan bir adamın kaygılarını yansıtıyor sanki.
Güvenlik mi demokrasi mi tartışmalarında sıklıkla geçen, ‘açık ve yakın’ tehlike bahsinde Sezer’in sözleri incelenmeye değer. “ABD Yüksek Mahkemesi, düşünceyi açıklama özgürlüğü konusunda, 1919’lardan itibaren ‘açık ve mevcut tehlike’ ölçütünü kullanmaya başlamıştır. Buna göre, düşüncenin açıklanmasının ‘açık ve mevcut bir tehlike’ oluşturup oluşturmadığına bakılmaktadır. Bu ölçüde, düşünce açıklama özgürlüğü mutlak olarak anayasal güvence altına alınmakta ve ‘düşünce suçu’na olanak tanımaktadır.” Bu metni hazırladığı sırada ‘açık ve yakın’ tehlikeyi muğlâk bulduğunu, ‘yakın’ yerine ‘mevcut’u bilinçli bir şekilde tercih ettiğini, bunu yaparken de etrafıyla istişare ettiğini öğreniyoruz. Sezer bu iki kelimeyi tartıyor ve ancak ileri demokrasilere özgü kavramı tercih ediyor. Görevinin son yılında ‘hayali’ tehlikelere tedbir getirmekten söz edebilmektedir.
En büyük tartışmalardan biri de bu metnin kimin tarafından kaleme alındığı. Öyle ya, Sezer fikriyatıyla fazla münasebeti olmayan bu metnin kendi yazmış olamazdı herhalde. Prof. Sami Selçuk o metni başkası tarafından kaleme alındığını, yazan kişiyi tanıdığını ama isim vermeyeceğini söylüyor. Anayasa Mahkemesi’nde Sezer’le çalışan bir başka kişi ise bizzat metni yazarken çalışmasına şahit olduğunu söylüyor bize. Bir de, Sezer’in bu metni oluştururken yazılmış diğer bütün metinleri taradığını aktarıyor.
16 Nisan 2007 Pazartesi
Katliam mi kaza mi?
32 tane minicik beden. Yasamlarinin ilk baharlarinda aptal bir sofor yuzunden yasayacaklari o uzun guzel mutlu gunleri yasayamadan bu fani dunyadan goctuler.
Ates dustugu yeri yakar derler ama sadece dustugu yeri mi yakmali?Hepimizi de biraz yakmamali mi? Cocuklarimiz icin daha duyarli olmamalimiyiz?
Okullar genelde bu tip geziler servis hizmeti aldiklari sirkete yuklerler. Servis hizmeti veren sirket de sehir ici servisi yapan araclardan birini ve soforunu bu is icin gorevlendirir. Sofor otobus kullanma ehliyetine sahip olsada esas isi sehir ici servisi yapmaktir yani cogunlukla uzun yol tecrubesi azdir. Izmir'den bu otobus gece 12 gibi yola ciksa tek sofor butun gece otobus kullanmistir ve sonunda direksiyon basinda uyumustur. Hatali sollama degil, bozuk yollar degil tek sorun aptallik. Yazik degil mi o minik yavrulara boyle pisi pisine olmeleri onlara reva mi?
Neyse ki itikadimiz bize o cocuklarin cennete gideceklerini ve orada sonsuza kadar mutlu yasayacaklarini soyluyor. Ya kalanlari? Evlat acisi nedir bilmek istemez kimse Allah kimseye yasatmasin boyle bisi.
Yazik gunah soylencek her soz etkisiz kalir bu olay icin.
Ne denilebilir ki zaten?
Ates dustugu yeri yakar derler ama sadece dustugu yeri mi yakmali?Hepimizi de biraz yakmamali mi? Cocuklarimiz icin daha duyarli olmamalimiyiz?
Okullar genelde bu tip geziler servis hizmeti aldiklari sirkete yuklerler. Servis hizmeti veren sirket de sehir ici servisi yapan araclardan birini ve soforunu bu is icin gorevlendirir. Sofor otobus kullanma ehliyetine sahip olsada esas isi sehir ici servisi yapmaktir yani cogunlukla uzun yol tecrubesi azdir. Izmir'den bu otobus gece 12 gibi yola ciksa tek sofor butun gece otobus kullanmistir ve sonunda direksiyon basinda uyumustur. Hatali sollama degil, bozuk yollar degil tek sorun aptallik. Yazik degil mi o minik yavrulara boyle pisi pisine olmeleri onlara reva mi?
Neyse ki itikadimiz bize o cocuklarin cennete gideceklerini ve orada sonsuza kadar mutlu yasayacaklarini soyluyor. Ya kalanlari? Evlat acisi nedir bilmek istemez kimse Allah kimseye yasatmasin boyle bisi.
Yazik gunah soylencek her soz etkisiz kalir bu olay icin.
Ne denilebilir ki zaten?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)